Forum'da ara:
Ara


Yazar Mesaj
Mesaj04.06.2011, 13:46 (UTC)    
Mesaj konusu: Kuran-ı Kerim Nedir?


Kur'an sözlükte "okumak" anla­mına gelen bir mastardır. Bizim bu­rada konumuz olan Kur'an ise, Allah (C.C.) tarafından Hz. Muhammed (S.A.V.)e Cebrail (A.S.) aracılığıyla (vahiy yoluyla) yaklaşık 23 yılda in­dirilmiş ilâhî kitaptır.
Kur'an-ı Kerim’in ilk devirlerden beri bütün Müslüman âlimlerce be­nimsenmiş yaygın bir tanımı ise şu­dur:
Kur'an Hz. Muhammed (S.A.V.)e indirilen, mushaflarda ya­zılı, O'ndan tevatür yoluyla nakledil­miş, okunmasıyla ibadet edilen, be­şerin (insanların) benzerini getirmek­ten âciz kaldığı ilâhî kelamdır.
Bu iki tanım üzerinde biraz dura­lım:
Birinci tanımda geçen 23 yıl kay­dından anlaşılacağı üzere Kur'an bir defada bütün olarak değil, zaman za­man ve bölüm bölüm indirilmiştir. Allah tarafından her in­dirilen bölüm aynı uzunlukta da de­ğildir. Bazen bir veya birkaç âyet, ba­zen bir sûrenin bir bölümü, bazen de bütünü indirilmiştir. İndirilen bu bö­lümler içinde insanları doğrudan doğ­ruya uyaran, Allah ve resulüne iman ve itaate çağıran, iyiliği buyurup, kö­tülüğü yasaklayan genel amaçlı bö­lümler bulunduğu gibi; zaman ve ortamın, ortaya çıkan problemlerin, sı­kıntıların, anlaşmazlıkların gerektir­diği açıklamalar, çözümler, yol gös­termeler, Peygamber (S.A.V.)’e soru­lan sorulara cevaplar şeklinde özel bir amaçla inen bölümler de vardır. Böyle husûsî bir amaca bağlı olarak inen âyetlerin ve bölümlerin, Hz. Peygam­berden sonra, ne sebeple indiğini be­lirlemek, bunun ışığında Kur'an-ı Ke­rimi daha iyi ve doğru anlamak çabası "nüzul sebepleri" diye adlandırılan, Kur'an ilimlerinin en geniş ve ayrın­tılı bir dalını ortaya çıkarmıştır. Yi­ne böyle bir sebebe bağlı olarak inen bölümler her ne kadar belli bir olaya, yer ve zamana bağlı olarak indi ise de genellikle ifade ederler. Artık o konularda insanların nasıl bir tavır takınacaklarına dair ebedî bir örnek oluştururlar.
İkinci tanımdaki bazı esaslara da kısaca değinelim:
Kur'an'ın "tevatür yoluyla nakledilmesi" demek, "yalan üzerinde birleşmeleri mümkün olma­yacak kadar doğru sözlü bir kalaba­lık, bir topluluk tarafından nesilden nesile (kuşaktan kuşağa) aktarılması" demektir.
Okunmasıyla ibadet edilen" kaydı da Kur'an'ın önemli bir niteli­ğidir. Dinî ibadetler esnasında, özel­likle namazlarda okunması farz olan metin yalnız Kur'an'dır. Ayrıca sırf Kur'an okumak, okuyanı dinlemek de bir ibadettir.

KUR’ÂN
1. Basit bir tetkik, Kur’ân’ın dil ve ifâde yönünden hiç bir kitaba benzemediğini ortaya koymaya yetecektir. Ayrıca, üslûb, ma’nâ ve muhtevâ bakımından da Kur’ân, eşsiz ve emsâlsizdir. O halde, ya Kur’ân, şimdiye kadar yazılmış bütün kitapların altında bir yere sahiptir -ki bunu şeytan bile iddia edemez- ya da Onun her kitabın üstünde bir yeri vardır. Öyleyse, Kur’ân bir beşer sözü değildir.
2. Bizzat Kur’ân-ı Kerîm’de Efendimiz (sav)’e hitaben meâl olarak: “Sen bundan önce ne bir kitab (yazı) okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, bâtıla uyanlar, şüphe duyarlardı.” (Ankebût, 29/4Cool. Evet, o gün bugündür hâlâ okuyup-yazmışlara, en büyük bilgin ve ediblere, aynı anda tüm insanlığa yönelik olan bu meydan okumayı yapan, okuma-yazması olmayan bir Zât (sav)’tır.
3. Yine Kur’ân’da meâlen: “Eğer kulumuza indirdiğimiz (Şu Kur’ân’da az bir) şüpheniz varsa, haydi onun benzeri bir sûre getirin. Allah’dan gayri şahitlerinizi (yardımcılarınızı) de çağırın. Eğer iddianızda doğru iseniz.” (Bakara, 2/23); “Yoksa O’nu (Muhammed) uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer sizler doğru iseniz Allah’tan başka (çağırmaya) gücünüzün yettiklerini de çağırın da onun benzeri bir sûre getirin” (Yunus, 10/3Cool buyurulmaktadır.
Hangi beşerin sözünde eksik, hata, yanlış, ihtilâf ve tenakuz bulunmaz? Kur’ân ise, bu gerçeğe ve kendisinde en ufak bir ihtilâf ve tenâkuzun olmadığına “(Durup) Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkasından gelseydi, onda çok ayrılıklar (ihtilâf ve tenâkuzlar) bulurlardı” (Nisa, 4/82) âyetiyle parmak basmaktadır. Allah Kelâmı’nda tenâkuz, ihtilâf, eksiklik ve yanlışlık bulmak isteyen bir takım kendini bilmezlerin yapıp ortaya koydukları şeylere, zannediyorum onların kendileri de inanmıyor.
4. Kur’ân’ın ifâde ve beyân tarzı ile, Efendimiz (sav)’in ifâde ve beyân tarzı arasındaki fark kolayca sezilebilmektedir. Kur’ân’ın belâgat ve fesâhatına ve üstün ifâde gücüne hiç bir beşerin ulaşması mümkün değildir.
5. Kur’ân’ın nâzil olduğu devrede şiir fevkalâde gelişmişti. İnsanlar sohbetlerinde ve kavgalarında birbirlerine âdeta hep şiirle karşılık verir, her yıl şiir müsâbakaları düzenlenir ve kazanan şiirler altınla yazılıp, Ka’be duvarına asılırdı. Birer millî kahraman sayılan şairlerin sözleriyle kabileler harbe girer veya sulh yaparlardı. Ve, Hz. Muhammed (sav) aralarında büyümüş olmasına rağmen, herkesin bildiği bir vâkıa olarak ne şiirle, ne seci’ ile, ne de nesirle uğraşmıştı. Sonra, Kur’ân’ın esrarlı ve i’cazkâr ifadeleri ne O’nun, ne de başkasının ifadelerine benzemiyor, ne şiirin, ne seci’in, ne de nesrin sahasına giriyordu ama kendine has orijinalliği ile herkesi büyülüyordu. Bu yüzden, insanları O’ndan uzaklaştırmak isteyen müşriklerin ileri gelenleri, “şiir desek şiir değil, seci’ desek seci’ değil, kâhin sözü desek o da değil, cinnet eserine zâten benzemiyor; en iyisi, ‘sihirdir, kulaklarınızı tıkayın, yoksa çarpılırsınız’ diyelim” şeklinde kendilerince karşı koymaya çalışıyorlardı. Şu kadar var ki, birbirlerinden habersiz gece gizlice gidip onu dinlemekten de kendilerini alamıyorlardı. Meşhûr şair Hansa ve Lebid gibi hakperestler de, müslüman olduktan sonra şiiri bıraktılar; şiir söylemeleri istendiğinde de Kur’ân’dan bir sûre yazıp gönderiyorlar ve “Kur’ân’ı okuduktan sonra ben şiir yazmaya hâyâ ederim” diyorlardı.
6. Acaba şimdiye kadar okumuşu-okumamışı, ilk mekteplisi, üniversitelisi, mütefekkiri, avâmı, fizikçisi, kimyacısı, ve çobanı ile her tabaka, her yaş ve her seviyedeki insanın kapasitesi ölçüsünde anlayıp, hissesini alacağı bir kitap yazılmış mıdır? Şairin, mûsıkişinâsın, hatîbin, içtimâîyatçının, iktisatçı ve hukukçunun, idareci ve siyasetçinin, terbiyeci ve öğreticinin, zikir, fikir ve tarikat yolu mensubunun okuyup istifade ettiği, yol ve mesleğine menfez ve düstur, mes’elesine çözüm, derdine şifa ve fikrine cila bulduğu; ulaşımın bile güçlükle yapılabildiği en ücra köylere ve köşelere kadar her yerde arz-ı endâm edip Güneş gibi ışık saçan tek kitab sadece Kur’ân’dır.
7. Kur’ân’ın dışında usanmadan birkaç defa okunabilen kitap belki hiç yoktur; fakat Kur’ân’dır ki, defalarca okunur, devamlı hatmedilir; namazda ve çeşitli vesilelerle okunur, ama hiç bir zaman usanç ve bıkkınlık vermez. Nice müstesnâ eserler, fikir yazıları ve şiirler orijinalliğini ve değerini kaybeder; nice aktüel eserler birkaç yıl, hatta bir kaç ay ya dayanır ya dayanmaz. Hem doğruluğu, hem de aktüalitesi yönünden değerini yitirir, bir gazete gibi atılır, yırtılır gider. Ama Kur’ân, ne lâfzı, ne okunuşu, ne ma’nâ ve muhtevası, ne orijinalliği ve aktüalitesi ne de doğruluğu açısından solmak, pörsümek ve eskimek şöyle dursun, her geçen gün ruhlara, vicdanlara, akıl, kalb ve dimağlara yeni yeni meltemler üfler, daha ileri seviyede fikir ve bilgiler takdim eder ve gençliğini, tazeliğini her dem arttırarak muhafaza eder gider.
8. Bir yazar, eserinde umumiyetle içinde bulunduğu şartların, yaşadığı hâdiselerin ve çevresinin tesirinde kalır ve dar bir zamanın dışına çıkamaz; çıksa da, bu ya ütopya, ya anti-ütopya, ya da bilim kurgu cinsinden olur. Oysa, Kur’ân’a baktığınızda, onun nasıl Kâinat’ın başlangıcına ve sonuna, insanın yaratılışına ve gelecekteki hayatına dair kat’i ifâdeler kullandığını görür ve ister istemez, “bu, bir beşer sözü olamaz” demek zorunda kalırız.
9. Bir yazar, daha çok kendi sahasında eserler verir; bilhassa, uzmanlıkların alabildiğine çoğaldığı günümüzde, herkes kendi dar sahasının adamıdır. Halbuki, Kur’ân içtimaî, iktisadî, hukukî, psikolojik, siyasî, askerî, tıbbî, fizikî, biyolojik.. kısaca, her sahada prensipler ortaya koymakta, o sahanın temel hakikatlerini dile getirmekte, geçmişten ve gelecekten bahsetmektedir. Böyle bir Kitab’ın ümmî ve bugünkü teknik-ilmî imkânların hiç birine sahip bulunmayan bir Zât tarafından yazılmasını hangi akıl kabul edebilir?
Bizzat Kur’ân-ı Kerim’de Efendimiz’e hitâben meâl olarak: “Sen bundan önce ne bir kitab okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, bâtıla uyanlar, şüphe duyarlardı.” (Ankebût, 29/4Cool ve “Sen (önceden) kitap nedir, îmân nedir bilmezdin” (Şûrâ, 42/52) denilerek, O’nun okuyup yazmasının olmadığı beyân ve ilân edilmektedir. Müşrikler de, içlerinde yetişip yakînen tanıdıkları O Zât’ın okuyup-yazması olduğunu ve buna dayanarak Kur’ân’ı uydurduğunu bir kere olsun iddia edemediler.
10. Yazar, eserini yazarken mal-mülk edinme, zengin olma, makam ve şöhret kazanma veya idealini tebliğ ve yüceltme ve mukaddeslerine ya da menfî düşüncelerine hizmet etme gibi gayelerden birini düşünebilir. Muhalfarz, Kur’ân’ı Efendimiz kendisi yazmış olsa, bununla mal-mülk edinme gayesi taşıyordu denebilir mi? Hâşâ, O’nun 23 yıllık peygamberlik hayatına baktığınızda, dünyanın tozuna-toprağına asla bulaşmadığını, namazının arasında dahi cemaati bırakıp, mescidden ayrılarak evindeki üç-beş kuruşu dağıttığını, 3 gün geçtiği halde yiyecek tek lokma bulamadığını, açlıktan zaman zaman karnına taş bağladığını, hatta Ashâbı’nın durumunun yavaş yavaş düzelmeğe başladığı bir zamanda hanımlarının kendisinden birazcık rahat bir hayat istemesi karşısında onları ya kendisini ya da dünyayı seçme şıklarından birini seçmeyle karşı karşıya bıraktığını ve onların da kendisini seçtiğini görecek ve Huneyn savaşında ganimet olarak eline 8 bin okka gümüş ve yüzlerce deve, binlerce koyun geçtiği halde, vefatında, evine yiyecek temin edebilmek için rehin olarak verdiği kalkanını hâlâ geri alamamış olduğunu içiniz sızlayarak müşahede edeceksiniz. Bütün bunlardan sonra O’nun (sav) gâyesi, makam, mevkî, şöhret ve ün yapmaktı diyebilir misiniz? Hâşâ, daha Mekke döneminde Risâleti’nin başlangıcında kendisine Mekke’nin reisliği, dünyada kimsenin sahip olmadığı miktarda mal ve Mekke’de isteyeceği en güzel kız teklif edilmiş, fakat O bütün bu teklifleri, “Sağ elime Güneş’i, sol elime Ay’ı koysalar, vallahi ben da’vamdan vazgeçmem” diyerek elinin tersiyle geri itmişti. Sonra, şöhret peşinde koşan bir insan, eserinde hiç kendisinden bahsetmez mi? Halbuki, Kur’ân’a baktığımızda, diğer peygamberlerin isimlerinin aşağı yukarı 500 defa geçtiğini, buna karşılık ‘Muhammed’ isminin ise sadece 4 defa zikredildiğini (Âl-i İmran, 3/144, Ahzâb, 33/40, Muhammed, 47/2, Fetih, 48/29) hayretle görür ve O Yüce Kâmet (sav) önünde bir kez daha “Eşhedü enneke Rasûlüllah” diyerek eğilmekten kendimizi alamayız.
11. Esbâb-ı Nüzûl denilen ilim sahası, her âyetin hangi hâdise münasebetiyle indiğini ele alır. Kur’ân’da on beş kadar âyette “Yes’elûneke= Sana soruyorlar” şeklinde Peygamberimiz’e sorulan sorular bahis konusu edilmekte ve bunlara “kûl=de” şeklinde başlayan cevaplar verilmektedir. Çeşitli haram ve helâller, ganimetlerin taksimi, hilâller, Kıyamet, Zülkarneyn, infak şekli ve ruh gibi, her birine bir beşerin gerekli cevabı vermesinin mümkün olmadığı çok çeşitli konularda gelen bu soruları cevaplayanın Allah (cc) olduğu gayet açıktır. Çünkü, her soruya en uygun cevabı vermek ve her hâdise münasebetiyle en müsait ve elverişli çözümü muhtevî bir âyet göndermek hiç bir zaman bir beşerin tâkâti dahilinde olamaz. Kaldı ki, böylesi sorular karşısında Efendimiz (sav)’in bir miktar sükût buyurduğu oluyordu; yani cevap olarak inecek âyeti bekliyordu. Nitekim, kendisine ‘ruh’tan sorulduğunda böyle olmuştu.
12. Hangi insan, hangi yazar, kendine olan güven ve itimadı sarsacak şekilde, bir zaman doğru dediğine sonra ‘yanlış’ diyebilir ve zaman zaman görüş değiştirip, davranışlarında yeni ayarlamalara gidebilir; hele bu yazar, bütün dünyaya bir mesaj takdim etme iddiasındaysa? Halbuki, Kur’ân’da yalnız Mekke ve Medine’liler veya Arap Yarımadası insanları için değil, hatta yalnız dünya insanlığı için de değil, bütün âlemler için ‘rahmet’ olarak gönderildiği ifade olunan Hz. Muhammed (sav), zaman zaman Kur’ân’ın tatlı ikâzıyla yapmakta olduğu veya yapmaya niyet ettiği hareketini değiştirir ve davranışını Kur’ân’a göre yönlendirirdi.
Kendisi insanların hidâyeti için gönderilmişti. Amcası Ebu Tâlib’in hidâyetini arzu etmesi de gayet normaldi. Çünkü O, hem amcası hem de 40 yıla yakın kendisini himaye eden bir şahıstı. Ancak esas olan Allah’ın dilemesidir. İşte Allah Rasulü ısrarla amcasına, ölümün çok yakın olduğu bir anda “Lâ ilâhe illallâh de, ahirette sana şefaat edeyim”, demesini söylüyor, fakat Ebu Talib bunu söylemiyordu. İşte bu mes’elenin tahlilini yapan âyet meâlen O’na şöyle diyordu: “Sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin; ancak, Allah dilediğini hidâyete erdirir” (Kasas, 56).
Bakın başka misâller: Müslüman tanındığı için münâfıkların başı olan İbn Selûl’ün cenâze namazına duracaktı, fakat Allah’ın ikâzıyla bıraktı (Tevbe, 9/84). Azadlı kölesi Zeyd’e “evlâdım” derdi; Allah, âyetle evlâdlık edinmeyi kaldırdı (Ahzâb, 33/4). Hiç aklından geçmediği halde, azadlı kölesi Zeyd’den ayrılan Hz. Zeynep’le ilâhî emir neticesi izdivaçta bulundu (Ahzâb, 33/37). Bedir esirlerinin affedilip salıverilmesi düşünülüyordu; Allah’ın ikâzıyla fidye karşılığı salıverildi... Bütün bu ve benzeri emir ve nehiyler gösteriyor ki, O, hiç bir zaman kendi başına hareket eden biri değil, sadece Allah’ın hükümlerini uygulayan bir elçi, bir Rasûl’dür. Davranışlarını da kendiliğinden değil, Allah’ın ikâzıyla değiştiriyor ve hiç bir zaman “hevâsından konuşmayıp, yalnızca Vahy’e tâbi oluyor” (Necm, 53/4).
13. Hiç bir insan kendi kendine namusuna leke getirmek ve bu mevzûda dile düşmek istemez. Hele bu insan, ömrü boyunce ‘emîn’ olarak tanınmış bir iffet ve nâmus âbidesiyse! Gerçek bu iken, Efendimiz (sav)’in hayatına baktığımızda münafıkların düzüp ortaya attığı bir hâdiseye şahit oluruz; tam bir ay belini büken, kendisini ızdıraptan ızdıraba sürükleyen, yalnız kendisini değil, pâk zevcesi Âişe (r.anha) Validemizi ve en büyük dostu Ebu Bekir Efendimiz (ra)’i ve diğer mü’minleri dilgir eden ‘ifk’ hâdisesine. Münafıkların Aişe Validemiz’e attıkları iftira karşısında, eğer Kur’ân’ı -hâşâ- kendi yazmış olsaydı, hakikatı ortaya koymak veya namusu üzerinde en ufak bir lekenin olmadığını ilân etmek için bir ay bekler miydi? Sonra, hiç insan kendi eviyle, aileleriyle alâkalı bazı mevzûları açıklamak ister mi? Halbuki, Kur’ân, Efendimiz’in hanımlarıyla ilgili olarak “Evlerinizde oturun, ilk cahiliye (kadınlar)ının açılıp-saçılmaları gibi açılıp, saçılmayın.” (Ahzâb, 33/33) ve “sözü (yumuşak-tatlı) edâ ile konuşmayın” (Ahzâb, 33/32) şeklinde emir, nehiy ve ikâzlar ihtivâ etmektedir. Sadece bu bile, Kur’ân’ın Kelâm-ı İlâhî olduğunu isbata yetmez mi?

Nükte...
Hicrî ikinci asır sonlarında hilâfet makamına oturan Abbasî halifelerinden El-Me'mun, dış dünyaya açık bir devlet adamıydı. Zamanında Müslüman - Hıristiyan bütün ilim adamları ondan itibar görmüş, yabancı dildeki ilim kitabları Arabçaya tercüme edilerek bilgi alış verişinde bulunulmuştur. O kadar ki Me'mun zamanında yerin yuvarlak olduğu resmen tesbit edilmiş, kurulmuş olan "Nısfünnehar" usûlüyle arzın kuturunu ölçmek gibi bâzı ilim mes'elelerinde kesin hükme varılmıştı. Bu çalışmaları sırasında Me'mun, meclisinde cin fikirliliği ile dikkatini çeken bir Yahudi ilim adamına bir gün şöyle bir sual sordu:
-Mâdem hâdiseleri bu kadar akılcı bir anlayışla inceleyebiliyorsun? Neden Müslüman olmuyorsun? Kur'an'la, İncil, Tevrat arasındaki farkı bilmiyor musun?
Yahudi şöyle cevap verdi:
- Bu mevzuda çalışma yapıyorum. Çalışmam bitince vardığım kararı size bildiririm.
Me'mun Yahudi'ye baskı yapmayı düşünmedi. Çünkü biliyordu ki baskıyla îmana gelinmez, korkuyla Müslüman olunmazdı. Yahudiyi kendi hâline terkeden Me'mun, ona bir daha bu mevzuda sual sormadı. Aradan bir sene geçmiş ve Yahudi yine Me'mun'un meclisindeki ilim adamlarıyla sohbete başlamıştı. Ancak, bu Yahudi, bir sene önceki Yahudi değildi. Bu defa İslâm'ı bütünüyle benimsemiş, Kur'ân'ın ahkâmını tamamıyla kabullenmişti. Me'mun buna şaştı:
- Hayırdır inşâallah. Bir sene önceki Kur'an'la bir sene sonraki Kur'an arasında, ne fark var ki o zaman îman etmediniz de bu sene İslâm'a girdiniz?
Yahudi şöyle îzah etti:
- Efendim, şüphesiz bir sene önceki Kur'an'la bir sene sonraki Kur'an arasında hiç bir fark yoktur. Beni İslâm'a yaklaştırıp, îmana girmeme sebeb olan da budur zaten.
- Nedir, Kur'ân'ın değişmezliği mi?
- Evet. Bakın çalışmalarım nasıl cereyan etti ve ben nasıl bir sonuçla Müslüman oldum, onu arzedeyim sizlere.
Ve şöyle devam etti:
- Önce evime çekildim. Günlerce İncil yazmaya koyuldum. Üç tane İncil nüshası yazdım. Birincide birkaç satırı eksik bıraktım. Ötekinde hiç bir eksik yoktu. Üçüncüsünde ise birkaç satır fazlaydı. Kendimden yapmıştım ilâveyi. Ben bu üç İncil'i de alıp kiliseye gittim. Papaza gösterdim. Papaz efendi üçünü de inceledi, tahkik etti. Sonunda satın aldı ve yaptığım hizmetten dolayı da beni tebrik etti. Dönüp geldim, aynı şeklide üç Tevrat nüshası yazdım. Bunun da birincisinde bazı âyetleri yazmadım. Eksik kaleme aldım. İkincisi noksansızdı. Üçüncüsünde de birkaç satır ilâve ederek olmayanları da var gösterdim. Bunu da Haham'a gösterdim. Haham inceledi, üçünü de beğendi, parasını vererek satın aldı, ayrıca da teşekkür etti. Bu defa sıra Kur'an'daydı. Kur'an büyüktü. Tamamını yazamazdım. Sadece üç cüz yazabildim. Birinci cüz'ünde birkaç satırını eksik bıraktım. İkinci cüz'ü tamam yazdım. Üçüncü cüz'ünü de birkaç satır ilâve ile olmayanı var göstererek yazdım. Büyük bir tecessüs ve ihtimamla bütün din adamlarını gezdim. Hepsine de yazdığım Kur'an'ı gösterdim, almalarını söyledim. Hepsi de önceden memnuniyetle alacaklarını söylediler. Ama şöyle bir bakıp inceleyince hepsi de aynı yerleri yakaladılar.
- Bu cüzde şu, şu satırlar eksik, bu cüz ise tamam. Şu cüzde ise şu şu satırlar ilâve edilmiş, fazla yazılmış. Kur'an'ın aslında böyle bir kelime yoktur. Hepsi de benim yazdığım Kur'ân'ı ezberlerinden eksiksiz okudular, tashih ettiler. Ben anladım ki, Kur'an nasıl nazil olmuşsa aynen zabtedilmiş, aynı tazelik ve sağlamlığını da muhafaza etmektedir. Kur'an'da ilâve-noksan söz konusu değil. Nazil olduğu şekli aynen koruyan en son kitabdır. Bundan sonra Müslüman oldum. İşte İslâm'a girmeme sebeb olan araştırma böyle oldu.

A. Kur’ân’da ilim ne, ne kadar ve ne ölçüde bulunur?
1. Kâinatı ve insanı anlatan bir kitab olarak her şeyi beyan eden Kur’ân’da hiç bir şey eksik bırakılmamış (En’âm, 6/59), yaş, kuru her şey, münderecatına dâhil edilmiştir. İbn-i Mes’ûd, “Kur’ân’da her şeye ait ilim indirilmiş ve her şey beyan edilmişse de, bizim ilmimiz O’ndaki her şeyi anlamaya yetmez” derken, İbn-i Abbas, “Devemin ipi kaybolsa, onu herhalde Allah’ın Kitabı’nda bulurum” demekte, Süyûtî ise, Kur’ân’da bütün ilimlerin yer aldığını ifade etmektedir (el-İtkan).
Son Nebî’yle kemale erdirilmiş mükemmel Din İslâm’ın Kitab’ı ve dolayısıyla cihanşümûl olması hasebiyle Kur’ân, bütün zaman ve mekânlara aittir. O, müfessirinden fakîhine, sosyologundan psikoloğuna, mutasavvıfından filozofuna, fizikçisinden kimyacısına, herkese, her asırda ve her tabaka ve seviyede ders verir; Kur’ân’ı, O’nda kendini arayarak okuyan insan, “Kur’ân bana hitab ediyor, bana beni anlatıyor” der. Bir de O’nu gırtlağından aşağı indirerek okuyabilirse, işte o zaman başına gelmiş gelecek her şeyi, hayatındaki zikzaklarını, karanlık aydınlık bütün hallerini ve hastalıklarını O’nda keşfeder ve dertlerine deva, hastalıklarına şifa olacak ilaçları da yine onun eczanesinden alabilir. Kur’ân’da nefis terbiyesi, ruh ve kalb temizliği, vicdan muhasebesi, aile idâresi, çocuk terbiyesi, içtimaî münasebetler, âdâb-ı muaşeret kaideleri, ahlâkî mes’eleler, hukuk, iktisat, muamelât, kâinatta cârî kanunlar, ilim ve fenlerin esasları, medeniyet harikalarının fihristesi ve daha neler neler vardır.
2. Kur’ân’da mahiyeti, ehemmiyeti ve kıymetine göre her şey vardır.
a) Evet, Kur’ân’da her şey vardır; fakat çapına, azametine, önemine, mâhiyet ve kıymetine göre vardır. Nedir en önemli mes’ele? Tevhid, nübüvvet, haşir, kulluk, ebedî saadeti kazanma, azaptan korunma... Bunlardan başka, Allah’ın kâinattaki icraatı, san’atlarının teşhiri, sıfât ve esmâsının tecellileri, sistem ve kürelerin muhteşem bir nizam ve âhenk içinde bunu ifâde etmesi... Bütün bunlar, en ince ayrıntılarına kadar açık seçik anlatılmış; ayrıca, belli devrelerde ortaya çıkacak ilmî gelişmeler ve teknik buluşlar da, ehemmiyet ve kıymetlerine göre açıkça olmasa da, ya işareten veya remzen Kur’ân’da yerlerini almışlardır. Neden açıkça değil? Şundan ki, meselâ, beşerin pek mühim gördüğü elektrik, tayyare ve füze gibi vasıtalar: “Biz neden Kur’ân’da sarahaten geçmiyoruz?” diye soracak olurlarsa, karşılarına hemen Güneş, Ay ve yıldızlar, galaksi ve kuasarlar çıkıp: “Haddinizi bilin, bir sinek kanadı bile sizden çok daha mühim, çok daha san’atlı ve çok daha harikadır. Öyleyse, protokoldeki yerinizi karıştırmayın; siz ancak çapınız ölçüsünde Kur’ân’da yer alabilirsiniz” der ve onları susturur.
b) Kur’ân’da her şey vardır fakat, muhtelif derecelerde ve çeşitli hüviyetlerde içtimaî düsturlar ve içtimaî ve kevnî kanunlar halinde vardır. Çok şey de, insanların çalışmasına ve gayretine terettüb eden nüve, çekirdek ve tohumlar halinde bulunur.
Deylemî’nin rivayet ettiği bir hadîs-i şerifte Efendimiz (sav), “Muhakkak her âyetin zâhirî, bâtınî, bir haddi ve müttalâ’ı (yani açık ve işaret yollu ma’nâları, ayrıca da muttalî olunan ve anlaşılabilen bir haddi); bundan başka, her biri için de dallar ve budaklar (ve fünuna ait ma’nâlar) vardır” buyurmaktadır.
c) Kur’ân’da her şey vardır ama herkes her şeyi O’nda olduğu gibi göremez. Gazalî’nin İhyâ’sında işaret ettiği gibi, Kur’ân-ı Kerîm’in sarîh ve zâhirî ma’nâlarını havas gibi avâm da anlayabilir; bâtınî ve gizli ma’nâlar ise müdakkik ve mütefekkir ilim erbabına mahsustur. Kur’ân’ın “İlim’de kök salıp, derinleşenler” (Âl-i İmran, 3/7) diye tavsif ettiği gavvaslar, O ummâna dalıp inci, mercan çıkarırlar. Ama, herkes O ummana dalamaz; herkes O’ndaki cevheri görüp takdir edemez. Antika bir eşyaya demirciler çarşısında ancak ağırlığı kadar kıymet verirler; fakat antikacının yanında paha biçilmez bir değeri vardır onun. Demek ki, Kur’ân’da çok şey, ancak çalışma, tefekkür ve ilhamla erbabının anlayabileceği nişanlar, işaretler, alâmetler ve ipuçları halinde bulunmaktadır.

B. Kur’ân-ı Kerîm’in bütün ilimlerden açıkça bahsetmemesinin sebepleri nelerdir?
1. Eğer Kur’ân-ı Kerîm, bütün ilimlerden açıkça bahsetmiş olsaydı, bu onun Allah Kelâmı olduğuna daha açık bir delil teşkil ederdi diye düşünülüyorsa, bu yanlıştır. Çünkü, her şeyden önce Kur’ân, modern ilimler kitabı olmadığı gibi, yukarıda temas ettiğimiz üzere takib ettiği esas mevzû da, dünya ve bilhassa Ahiret saadetini kazandıracak şekilde topyekûn insan hayatıdır. İlimlerin her zaman ve mekânda, her şart ve seviyedeki dünkü ve bugünkü insanın hayatında, bu hedef ve mevzû noktasından yeri nedir ki, Kur’ân, sayfalarını mufassalan onlara ayırsın? Ayrıca, ilimlerin tafsîli bahsi, Kur’ân gibi bir kitabın îcazına da ters düşerdi. Bunun içindir ki, Kur’ân-ı Kerîm’de Ma’rifet-i İlâhî, tevhid, nübüvvet, haşir ve ibadet gibi temel maksatlar çerçevesinde çok özlü ve îcazlı biçimde temas veya işaret ediliveren dünyanın yuvarlaklığı ve dönmesi, kutupların basıklığı, insanın yaratılışı ve ceninin anne karnında geçirdiği safhalar, atomlar ve parmak izleri, yağmurun teşekkülü, bulutların aşılanması ve ses ve görüntü nakli gibi pek çok ilmî ve teknik bahis, O’nun i’caz ve îcaz yönü kesintiye uğramadan ve yeterince yer almıştır.
Bu yönüyle de O, ilâhî kelam olduğunu ilân ve isbat etmektedir.
2. İlimler, tıpkı insanlar gibi doğuş, bebeklik, emekleme, çocukluk, delikanlılık ve olgunluk devirlerini yaşarlar. Önce nazariyeler ortaya atılır; sonra da üzerlerinde yapılan deney, tecrübe ve gözlemlere dayalı çalışmalardan ve muhakeme ve mukayeselerden sonra bu nazariyeler, ya çürütülür ya da o zamanki bilgi ve gelişmeler çerçevesinde doğru kabul edilirler. Çok zaman bu doğru kabul ediş bile, belli bir zaman dilimiyle sınırlı kalmaya mahkûm olup, daha sonraki araştırma ve gelişmeler, o doğruları da yalanlar ve neticede ortaya yeni doğrular çıkar. Bu doğruların da zamanla yalanlandığı ve yerlerini yeni doğruların aldığı çok zaman vâkidir. -Gerçi, ‘çekim kanunu’ gibi değişmeyen kanunlar da vardır; fakat bunlar, sayıca çok az olup, ilimler devamlı gelişmekte ve ilmî doğrular, zamanla doğruluklarını kaybetmektedirler- Meselâ, bir zaman Newton fiziği, bir zaman da Einstein fiziği doğru kabul edilmiş, bir zaman ikisi de bir arada doğru gibi görülmüş, bugün ise Einstein fiziğinin de yanlışlar ihtiva ettiği ortaya çıkmıştır. Yarının neler getireceğini ise şimdilik bilemiyoruz. Aynı vakıa, kimyada da, biyolojide de, astronomide de bahis mevzûudur. Bu durumda Kur’ân-dan, ilimlerin hangi devrinden bahsetmesini isteyeceğiz?
3. “Herhangi bir asrın, diyelim ki 20 ’nci asrın insanına o asırdaki gelişmelerden bahsetseydi” denilecek olursa, o zaman da şu mes’eleler ortaya çıkacaktır:
a) Kur’ân, belli bir devrin değil, bütün zaman ve mekânların ve bütün insanlığın Kitabı’dır; hattâ, insanlarla beraber cinlerin de Kitabı’dır.
b) Sadece belli bir asrın insanını memnun etmek, Kur’ân’ın cihanşümullüğüne ve ana maksatlarına ters düşer.
c) İlimlerin bu asırda ulaştığı noktadan bahsedildiğinde, dünün insanı bundan ne anlayacaktır? Batı’da dünyanın döndüğünü söylemenin bile insanları zindanlara ve giyotinlere götürdüğü bir asırda bugünkü ilmî seviye ve gelişmelerle, teknik vâsıtalardan bahsetmek, o asır insanını inkâra, taaccübe ve çok yanlış değerlendirmelere sevketmek demek olmaz mı? Yalnızca bugüne hitap eden bir kitab, önceki asırlar için nasıl muğlâklık, müphemlik ve anlaşılmazlıktan kurtulabilir?
d) 21. ve 22’nci asırların yepyeni ilmî ve teknik gelişmeleri karşısında, o asırların insanları, Kur’ân’a ‘20’nci asrın modası geçmiş kitabı’ gözüyle bakmayacaklar mıdır?
e) Bugün doğru kabul edilen pek çok ilmî ‘faraziye’nin bir gün gelip de yanlış tarafları ortaya çıktığında Kur’ân, yanlışlar ihtiva eden bir kitap durumuna düşmüş olmaz mı? Yanlışlarla dolu bir kitabın İlâhî Kitab olduğunu kim kabul eder?
Kur’ân, bütün zaman ve mekânlara ve her seviye ve şarttaki bütün insanlara hitab etmektedir; dolayısıyla dili, üslûbu ve ele alıp ihtiva ettiği mes’ele ve mevzûlar da şüphesiz buna göre olacaktır.
İlimlerin ortaya koyduğu bir mes’eleyi Kur’ân’daki bir âyete tıpatıp uyar görsek bile, yine de ihtimaller içinde, “şöyle de olabilir böyle de” demeli ve o âyeti bahis mevzuu ilmî mes’eleyle te’vil, tefsir ve tevfikte acele etmemeliyiz. İlmî bir gerçekle, veya gerçek sanılan bir mes’eleyle bir âyet ya da hadîs arasında tam bir mutabakat görülse bile, yine de her zaman için mümkün olan değişmeleri ve kendi anlayış ve seviyemizi hesaba katarak çok dikkatli ve ihtiyatlı olmak zorundayız. Şimdi mes’eleyi daha da müşahhaslaştırmak için bir misâl verelim:
Günümüzde, AİDS’i, Kur’ân’da geçen ‘dâbbetü’l-arz’la aynîleştirme mevzuu var. Kur’ân’da, Allah’ın hükmü verildiğinde ‘dâbbetü’l-arz’ın çıkacağı beyan edilmekte (Neml, 27/82) ve gerek âyetten, gerekse âyetin siyak ve sibakından, bu dâbbenin bir Kıyamet alâmeti olduğu anlaşılmaktadır. Zuhuruyla beraber de yeryüzünde îmanî hayat bütün bütün sönüp, süratle bir îmansızlık dönemine doğru gidiş bahis mevzu edilmektedir.. yani dâbbe zuhur edince, artık, yeryüzü vazifesini tamamlamış ve “Allah” diyenler de âdeta yok denecek kadar azalmıştır. Ve, bütün elmas ruhluların gidip, kömür ruhluların ortalığı sardığı böyle bir dönemde, “yok olma” hükmünün verilmesi için ‘dâbbetü’l-arz’ çıkacak ve “gayrı bundan sonra insanlar îmana yanaşmayacak ve inananlarda yakîn hasıl olmayacaktır” diye, kömür ruhlulara ilânda bulunacaktır. Şimdi, Kur’ân’ın verdiği bu kısa malûmat ve mevzuyla alâkalı hadîsler çerçevesinde, AİDS gerçekten ‘dâbbe’ olabilir mi, sorusuna cevap arayalım:
Her şeyden önce, dâbbe’nin çıkacağı kesin olmakla beraber, keyfiyeti mevzuundaki hasen, zayıf; çeşitli hadîslere ve kelimenin ma’nâsına bakılarak, bunun virüsten gergedana muhtelif mahiyetlerde olabileceğini söylemek mümkündür.
Evet, ‘dâbbe’, insanlar arasında salgın hastalıklara yol açan mikrop olabilir; fakat illâ ‘AİDS’ olur denemez. Çünkü, Kur’-ân’ın çizdiği sınırların dışına taşmanın sebep olduğu frengi gibi zührevî hastalıklar ve hatta, bir zaman beşeri kasıp kavuran sıtma, veba ve verem gibi hastalıkların da aynı çerçevede mütâlaa edilmesine bir mâni yoktur. Sonra, Hz. Mesih (as)’in zuhurunu müteakip umumî durumu anlatan hadîslerde beşerin müptelâ olacağı öyle korkunç hastalıklardan söz edilmektedir ki, bunların mikroplarına da ‘dâbbe’ demek mümkündür. Kaldı ki, dünkü verem gibi, henüz tıbdaki her türlü gelişmeye rağmen bir türlü sebep ve tedavisi tam olarak keşfedilemeyen ve bir hücre anarşisinden ibaret olan kanser de en az AİDS kadar tehlikeli, öldürücü ve hem daha da yaygındır. Eğer, AİDS’i dermanı yok diye ‘dâbbe’ sayacak olursanız, şimdilik kanserin de dermanı yoktur.. ileride AİDS’e de, kansere de derman bulunamaz diye bir iddiada bulunmak ise doğru değildir. Hem böyle bir anlayış, Efendimiz (sav)’in yaşlılık ve ölüm dışında her derdin dermanının olduğunu beyan eden hadîsine de ters düşmektedir.
Binaenaleyh, ‘dâbbe’yi sadece AİDS veya benzeri bir başka hastalığa hamletmek, âyetin geniş, engin, şümullü ve bütün zamanları kucaklayıcı objektif ve çok buudlu edâsına ters düşer ve ma’nâyı daraltır.
Evet, Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şeriflerin nurlu ve her zaman taze beyanlarının destek ve koltuk değneklerine ihtiyacı yoktur. Dışta hiç bir tezâhürü görülmese de, insan vicdanında apaydın sezilecek kadar parlaktır onlar. Bu kâbil pozitif netice ve istidlâller, olsa olsa bizim zavallı aklımıza konan toz ve toprağı alıp götürmeye mâtuf süpürgeler olabilir ancak. Bu cılız mes’eleler, o yüce hakikatları omuzlarında taşıyabilecek güçte değillerdir.
Sonra, âyeti, AİDS veya bir başka hastalığa hamletmek, ümidimize indirilmiş birer darbe demektir. Çünkü, âyette, ‘dâbbetü’l-arz’ çıkınca îman ve yakînin yerini sukût, gerileme ve inkırazın alacağı ifade edilmektedir. Halbuki, hadîs-i şeriflerin tebşirâtı altında, biz İslâm’ın cihanda bir defa daha hâkim olacağına, kâinat ufuklarında bir defa daha şehbal açıp, dünya muvazenesinde yeniden ağırlık kazanacağına, Hristiyanlığın aslına avdetle İslâm’a tâbi olacağına ve dünyanın dört bir yanında insanların Peygamber (sav)’i anacağına gönülden inanıyoruz. Bu bakımdan, ‘dâbbetü’l-arz’ı, Kıyamet’in kâfirlerin başına kopacağı karanlık zamanlarda bekliyoruz. O halde, ‘dâbbetü’l-arz’ mevzuunda da ifrat-tefrit arası muvazeneyi koymak gerekirse, şöyle diyebiliriz: “Bir başka tehlikeli hastalık gibi, AİDS de ‘dâbbetü’l-arz’dan bir fert olabilir; evet AİDS, ona ait vazifelerden bir kısmını görecek çok fertlerden biri ve bu hakikatten bir ma’nâ; bu nev’den de her asra bakan bir fert olabilir. Fakat, ‘dâbbetü’l-arz’ illâ ve mutlaka AİDS’tir denemez.”
Bugün yapılan yanlışlar, yalnızca ‘dâbbe’yle sınırlı kalmıyor. Bir ilim adamı çıkıyor, ilim adına marifet yapıyorum diye “Cüzzamlıdan aslandan kaçar gibi kaçın” hadîsine, “Cüzzamın mikrobu tıpkı aslana benzemektedir. Bugün mikroskopla ortaya çıkan bu gerçeği Efendimiz (sav) 14 asır önce görmüş” diye yorumda bulunuyor. Halbuki, o mikrop hiç de aslana benzememektedir. Şimdi, böyle bir izahın yanlışlığı ortaya çıkınca -hâşâ-Efendimiz (sav)’den hilâf-ı vâki bir beyan sâdır olduğu intibaını vermeyecek midir? O halde, âyet ve hadîsleri ilimlere göre açıklamaya çalışırken, daima “fîhi nazar” deyip, daha başka ihtimalleri nazara alarak ihtiyatı elden bırakmamak lâzımdır.

Nükte...
Bir Kur'an mualliminden, çok genç bir delikanlı ders almaktaymış. Bu delikanlının benzinin cidden solgun olduğunu farkedenler, hocaya demişler ki:
"Bu genç Kur'an oku mak için bütün gece uyanık duruyor ve Kur'ân'ı bir gece zarfında hatmediyor."
Bunun üzerine hoca sormuş:
-Oğlum, haber aldım ki, sen bütün gece uyanık duruyor ve Kur'an'ı hatmediyormuşsun.
Delikanlı bu söylenenin doğru olduğunu bildirince, hoca:
- Oğlum, şu halde bütün gece zarfında Kur'an okurken beni önünde farzet ve namazda bana Kur'an okuyormuş gibi yap, fakat beni hiç hâtırından çıkarma, demiş. Genç talebe bu teklifi kabul etmiş ve sabah olunca aralarında şu konuşma geçmiş:
-Dediğimi yaptın mı?
- Evet efendim.
-Kur'an'ı hatmedebildin mi?
- Hayır, yarısından fazlasını okuyamadım.
- Oğlum, o halde bu gece, Hz. Peygamberden Kur'an'ı dinlemiş olan herhangi bir sahâbîyi düşünerek oku. Dikkatli ol, çünkü sahâbîler Kur'an'ı bizzat Hazret-i Peygamberden dinlemiştir. Bu sebeble okurken sakın hatâ işleme.
Delikanlı "peki" dedikten sonra, o gece yine Kur'an okumuş, fakat bu sefer ancak dörtte birini okuyabildiğini hocasına söylemiş. Ertesi gece için de hocası onun bu sefer bizzat Hazret-i Peygamberi düşünerek okumasını tavsiye etmiş, genç adam da öyle yapmış, fakat Kur'an'ın sadece bir cüz'ünü okuyabildiğini fark etmiş. Nihayet, şeyh ona:
- Oğlum, bu gece de Allah'a tevbe et ve kendini hazırla... Ve Allah'ın huzurunda Kur'an okuduğunu düşün... demiş.
Ertesi gün, hoca, talebesinin gelmesini beklemiş, fakat gelen olmamış. Durumu öğrenmek üzere gönderdiği bir adam, gencin hasta yattığı haberini getirince, üstad bizzat giderek talebesini ziyaret etmiş ve onu ağlarken bulmuş. Genç adam hocasına:
-Hocam, Allah size çok sevablar ihsân eylesin. Ben şimdiye kadar Kur'an'ı yalan yanlış okuduğumu, ancak bu son gece fark ettim. Çünkü Fâtiha sûresini açıp okumak istediğim zaman "Ancak sana ibâdet ederiz" âyetine gelince, kendi nefsime bir baktım ve Cenâb-ı Hakk'ı bu âyetle tasdik ettiğimi göremedim. Bu sebeble de "Ancak sana ibâdet ederiz" (İyyâke na'büdü) demekten, (yani bu âyeti okumaktan) utandım... Mütemâdiyen "Mâliki yevmiddîn" âyetine kadar gelip bir türlü "İyyâke na'büdü" âyetini okuyamadım... Böylece rükûa vardığım zaman, artık tan yeri ağarmıştı..." demiş.
İbnü'l-Arabî'nin rivâyetine göre, bu delikanlı bir saat sonra rûhunu teslim etmiş. Bir müddet sonra da üstad, bu gencin kabrini ziyârete gittiği zaman, mezardan şu sesin geldiğini işitmiş:
- Ey üstâdım, ben diri (olan Allah'ın) indinde diriyim. Allah beni herhangi bir bakımdan hesâba çekmedi...

C. "Zaman ihtiyarladıkça Kur'ân gençleşiyor" deniliyor, izah eder misiniz?
Evet, fennin çeşitli dallarına ait hakikatları Kur'ân birer cümleyle ifade etmiş ve gözlerimiz önüne sermiştir. Bu zâviyeden hangi sahada araştırma yapılırsa yapılsın, elde edilecek ilmî neticeler ile Kur'ân ayetleri arasında muvâfakat bulunacak ve heryerde Kur'ân'ın bayrağının dalgalandığı görülecektir. Buraya kadar söylediğimiz sözler birer iddia değil, ilmî tecrübe ve denemelerle ortaya konarak isbatlanmış şeylerdir.
Bir iki misal ile buna ışık tutmaya çalışalım:
"Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm’â açar. Kimi de saptırmak isterse onun göğsünü (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar. Allah, inanmıyanların üstüne işte böyle pislik (sıkıntı ve musibet) çökertir. " (En'am-125)
Bu ayet bir tabiat kanununa işaret etmektedir. Şöyle ki burada "Sema" kelimesi kullanılıyor' Yessa'adu" fii-linin aslı "sa âdu yessa âdu" yükselme, yukarı doğru çıkma demek, bu tefe'ül babına konulup denilerek, tekellüfün hakim olduğu,yani yukarılara doğru çıkarken bir zorlamanın esas olduğu hakikatına işaret edilmektedir. Yessaâdu fiili okunurken bile, okuyanın nefesini kesmektedir. İşte bunlarla Kur'ân şu gerçeği dile getiriyor: İnsan yükseğe çıktıkça basınç düşer ve nefes alması zorlaşır. Zira her yüz metre yükseldikçe hava basıncı bir derece düşmektedir. 20.000 metreyi geçince özel cihazlar (oksijen maskeleri) olmadıkça insan nefes alamaz ve ölür.
Başka bir misal:
"Rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik de gökten su indirdik, böylece sizi suladık. (Yoksa) siz suyu depo edemezdiniz. " (Hicr-22)
Bu âyet de henüz 20. yüzyılda anlaşılan ilmî gerçeği Kur'ân'ın 14 asır önce söylediğinin bir göstergesidir. Şöyle ki; Rüzgârlar su buharından meydana gelen bulutları birbirine çarpıştırır. Bu çarpışmada bulutlarda pozitif-negatif elektron geçişmesi olur, şimşek meydana gelir. Rüzgârlar bulutlan sıkıştırarak yere yağmuru aşılar. Aynı zamanda rüzgârlar, bitkiler üzerinden eserken erkek tohumları dişi tohumların üzerine kondurmak suretiyle onları aşılar. Bitkilerde döllenmeye yardım eder.
Yine bu âyet, gökten inen yağmur sularının yerin dibinde depo edildiğini, oradan çeşmeler ve kuyular açmak suretiyle çıkarılarak canlıların sulanabileceğini anlatmaktadır ki Kur'ân 14 asır önce bu tabiat kanununa işaret ederek mucize olduğunu göstermektedir.
Bir başka âyet; "ve min külli şey'in halaknâ zevceyn" "Her şeyden iki çift (erkek, dişi) yarattık" (Zâriyat-49) Arapça'da, "umum" bütün mânâsına gelen "kül" kelimesi marifeye (bilinen) muzaaf olursa umum eczayı ifade eder. Yani bütünün parçalarını içine alır. Nekreye (bilinmeyen) muzaaf olursa umum efrâdı ifade eder. Ne kadar ferd varsa hepsini ihtiva eder. "Ve min külli şey'in halaknâ zevceyn "derken buradaki "Şey 'kelimesi nekredir.
"Herşeyi çift yarattık" demektir. Allah'a bile "şey" denir. Fakat sözü söyleyen Allah olduğundan O, bunun dışındadır. O'nun dışında olan herşey çift olarak yaratılmıştır.
İnsanlar nasıl çiftse, sair canlılarda öyle çifttir. Nebâtat ta çift olup onlar arasında da erkeklik dişilik vardır. Âyetteki "Zevceyn" kelimesi erkek ve dişiyi belirtir. Hatta herşeyin asıl maddesi olan atomlar bile çifttir. Onların da bir kısmı artı, bir kısmı eksi yüklüdür. Ayrıca herşeyde câzibe ve dâfia olmak yönüyle de bu ikilik değişik bir şekilde tezahür etmektedir. Eşyadaki bu hususiyet ortadan kalktığı takdirde mevcudatın kendi kendilerini devam ettirmeleri de düşünülemez.
Yâsin sûresindeki âyet bu hakikatı daha mufassal olarak şöyle anlatıyor:
"O Allah'ı tesbîh ü takdis ederiz ki; yerin bitirdiklerinden, nefislerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden olan bütün çiftleri yaratmıştır. " (Yasin-36)
Görüldüğü gibi o günün insanının müşahedesine arzedilen tablonun dışında o devre göre bilinmeyen bir kısım şeylerden bahsediliyor. Ve diyor ki;"daha sizin bilmediğiniz şeyleri de çift yarattı''.
Başka bir âyet ve başka bir mevzu:
"Semâyı azametle biz kurduk ve ona durmadan vüs'at veriyor ve genişletiyoruz. " (Zâriyat-47)
Arapçada fiil cümleleri teceddüt, isim cümleleri sebat ve süreklilik ifade eder. "Ve innâ Ie mûsiûn,' bir isim cümlesidir ve mânâ itibariyle üç zamandan birine inhisar etmeyip süreklilik ifade eder. Yani, "Eskiden genişlettik, bıraktık ", "Şu anda genişletiyoruz ","İleride genişleteceğiz" gibi mânâlara değil de "Devamlı ve sürekli olarak durmadan genişletiyoruz" mânâsına geliyor.
En yakındaki beş veya altı galaksi müstesna,bütün galaksilerin bizden uzaklıkları ile mütenasip hızlarla uzaklaştıklarını 1922'de Astronom Hubble bildirilmişti. Ona göre bir milyon ışık senesi bizden uzak olan bir sehâbiye (Galaksi elemanı, yıldız ) bizden senede yüzaltmışsekiz kilometrelik bir hızla uzaklaşıyor; iki milyon ışık senesi uzaklıkta olan iki misli, üç milyon ışık senesi uzaklıkta olan da üç misli hıza ulaşmakta. Bu da Belçika'lı matematik alimi, râhip Lemaitre'nin iddia ettiği gibi kâinat'ın,genişleme (expansion) halinde olduğuna delâlet eder.
İlim mahfillerinde ağırlığını devam ettiren "Mekân genişlemesi" 1400 sene evvel Kur'ân-ı Kerim'de zikrediliyordu.
Bütün ilim dünyası, ilim âlemi, bir ümminin göıüyle görülen bu hakikât karşısında Kur'ân'a "senin taleben oldum" devip hayret secdesine kapanması gerekirken, maalesef ortada görülen yalnız onların nankörlükleridir.
Bir diğer ayetde ise :
"Gökleri ve yer'i hak ile yarattı. Geceyi gündüzün üzerine doluyor, gündüzü de gecenin üzerine doluyor Güneş'i ve Ay'ı buyruğu altına aldı"(Zümer-5) buyuruluyor.
Dünya, kutuplardan biraz basık bir küre şeklindedir.
Arapçada tekvîr kelimesi, bir yuvarlak etrafına sarık sarma, bir yuvarlak etrafında dönme mânâsına gelir. Buna göre ayet; "Geceyi gündüze gündüzü` geceye sarıyor. " demektir. Böylece yükevviru kelimesiyle Küre-i Arz'ın küreviyetine apaçık parmak basmaktadır. Diğer taraftan Naziat Sûresinin 30. âyetinde bu mesele kelimenin kökü itibariyle daha açık, anlatılmaktadır; "Uel ârda ba'de zâlike dehâhâ" "Gökleri nizâma, intizâma koyduktan sonra Yer'i de Allah, deve kuşu yumurtası haline getirdi. " (Nâztât-30)
Demek oluyor ki; dünyamız kutuplardan basık bir küre, bir deve kuşu yumurtası şeklindedir. Te'vil ve tefsire girmeden çok sarih bir şekilde Kur'ân'ın bu hakikatını da hâfızada tutmada yarar var.
Bu hususlarda Kur'ân'ın işaret etmiş olduğu çok âyet-i kerimeleri sıralamak mümkün. Fakat bu kadarı ile iktifa ediyoruz.
Ayrıca; Kur'ân terbiyeye ait bir kısım esaslar da vaz'etmiştir. Ama terbiye-i Kur'ân bırakılarak, denenen bütün terbiye sistemleri, psikoloji ve sosyolojinin uygulanan bütün kanunları karşımıza bir sürü problemli genç, sergerdan ve çakır keyif tipler çıkarmıştır. Bu böyle devam ettiği müddetçe beşer bunalımdan bunalıma sürüklenecektir. Ama insanlık Kur'ân'la tanıştığı zaman, onu anlayacak, idrak edecek, O'na teslim olacak; gönülleri huzura kavuşturma, kalbleri düzene koyma, kafaları zapt-ü rabt altına alma da yine Kur'ân'ın emirleri ile tahakkuk edecektir.
İşte bütün bunlardan dolayıdır ki, zaman ihtiyarlarken daha doğrusu kâmilleşirken, bizim "ahirzaman" dediğimiz zamanın şu devresinde, Kur'ân'ın hakikatları-inşaallah-araştırıcılar tarafından gökteki yıldızlardan daha parlak, daha derin, daha yapıcı ve beşerin gönlünü ikna edici mahiyette ortaya konulacak ve Kur'ân'ın gençliği bir kere daha apaçık görülecektir. Belki insanın iradesi elinden alınmayacak ama, akla çok kapılar açılacak ve çok kimseler Lâ ilâhe illallah Muhammeden Resûlüllâh diyecektir.

Kuran-ı Kerim

Kur'an, nâzil olduğu günden bu yana ne itirazlara ne tenkitlere uğramıştır ama, bu konuda kurulan bütün mahkemeler Kur'an'ın beraatiyle sonuçlanmış ve mücadeleler onun zaferiyle noktalanmıştır.
Hakiki adaleti, gerçek hürriyeti, fazileti,takvayı hatta hayvanlara varıncaya kadar her varlığa şefkati emredip; zulmü,şirki, haksızlığı cehaleti rüşveti, faizi ,yalanı, yalan şahadeti açıkca meneden biricik kitaptır Kur'an.
Kur'an, ebedi ve değişmeyen ilahi prensipleriyle mutluluğun ve o mutluluğa ulaştıran en kestirme, en aydınlık yolun göstericisi olarak, eşi benzeri olmayan tek kitaptır.
Kur'an sayesinde insan, Allah'a muhatab olma gibi, mevkilerin en yükseğine çıkmıştır. Böyle bir mevkide bulunduğunun şuurunda olan bir insan, Kur'an'da Rabbini dinler, Rabbiyle konuşur ve Rabbiyle konuştuğuna yemin etse, yemininde yalancı sayılmaz.

Kuran-ı Kerim İslam’ın kutsal kitabıdır. Arapça bir sözcük olan “kuran”, okumak, ezbere okumak, bir araya getirmek anlamına gelir. Arapça olan ve 114 surede toplanmış 6200’ün üstünde ayetten oluşan Kuran, Hz. Muhammed’e peygamberliğin verildiği 610’dan 632’deki ölümüne kadar parça parça indirilmiştir.
Kuran-ı Kerim İslam’ın kutsal kitabıdır. Arapça bir sözcük olan “kuran”, okumak, ezbere okumak, bir araya getirmek anlamına gelir. Arapça olan ve 114 surede toplanmış 6200’ün üstünde ayetten oluşan Kuran, Hz. Muhammed’e peygamberliğin verildiği 610’dan 632’deki ölümüne kadar parça parça indirilmiştir. Vahiy denen bu olayda Kuran ayetleri Cebrail adlı melek tarafından Hz. Muhammed’e iletilmiş, bazı ayetler de doğrudan Tanrı tarafından bildirilmiştir. Hz. Muhammed de gelen vahyi ezberlemiş, sonra da hangi sureye ait olduğunu belirterek vahiy katiplerine yazdırmıştır. Ayrıca bu ayetler birçok sahabi (Hz. Muhammed’in yakın çevresinde bulunanlar) tarafından da ezberlenmişti. Kuran’ın inmesi Hz. Muhammed’in yaşamı boyunca sürdüğünden kitap haline getirilmesi düşünülmemiştir. Ama Hz. Muhammed’in ölümünden sonra elindeki ayetlerin dağılıp kaybolmasını önlemek amacıyla ilk halife Hz. Ebu Bekir, vahiy katiplerinden Zeyd bin Sabit başkanlığında bir kurul oluşturdu. Bu kurulun kitaplaştırdığı ve Müslümanlar’ca da onaylanan Kuran nüshasına Mushaf (bir araya getirilmiş sayfalar) adı verildi.
Kur'an sözcüğü Arapça'da QRE (qare'e/kare'e) (okudu) sözcüğünün sülasi (üç harfli kelime kökü sistemine göre) mastarıdır. "Okumak", "okunan" "okuyuş" "okuma" anlamlarını ifade eder. Bir başka tanıma göre QRE (qare'e/kare'e) (birkaç nesneyi biriktirip birbirine kattı, ekledi, derledi) ifadesinin sülasi mastarıdır. Kerîm, "soylu, asil" ve "eli açık, cömert" anlamlarına gelen Arapça kökenli bir kelimedir (TDK Sözlük, kerim).
Kur'an ayrıca Kelamullah, Kitabullah, Furkan, Tenzil, Mushaf, Kitab, Nur ve Ümmülkitap isimleriyle bilinir.
İslam'a göre Allah Kuran'ı ikinci bir isim olarak “Kitap”, olarak adlandırmak suretiyle, daha en baştan itibaren, bu metnin yazılı hale getirilmesinin önemine işaret etmiştir (“Ana Hatlarıyla Kuranı Kerim”, Prof. S. Yıldırım, s.56)

Mushaf
Kuran'ın bugünkü haliyle kitap halinde toplanılmış şekline Mushaf denir. “ Mushaf”, “iki kapak arasındaki sayfalar” anlamına gelen bir kelimedir. Habeşçe mişhaf kelimesinden gelir.
Kuranın Mushaflaşması, ancak vahyin tamamlanmasından sonra mümkündü. O zamana kadar nihai düzeni içine konmamış olan bu metin, Ebu Bekir tarafından Mushaf haline getirtildi.
Kuran'ın bugünkü dizilişi ile mushaflaşması Halife Osman zamanında toplanan Kur'an Hey'eti'nin Kur'an'dan olmayan bütün yazılı nesneleri imha edip, geri kalanlarının da Osman'ın veziri tarafından dizilmesi ile gerçekleşmiştir. Bu dizilişe göre Kur'an 114 adet bölümden ( sure) oluşur. Sureler genellikle surenin içerdiği ayetlerin konulardan birine göre verilen Arapça isimlerle anılırlar. Sureler kronolojik bir sırada düzenlenmemiştirler (nüzul/iniş sırası). Bunun yerine genelde kabaca uzunluğun azaldığı bir sıraya göre yerleştirilmiştirler. Yaygın hatanın aksine elde bulunan Mushaf Kur'an, 6666 değil, 6346 ayet barındırır. Bu ayetlerin sayısı, Kur'an bir şiir metni gibi yorumlanmasından kaynağı alıp, kafiyeye göre belirlenmiştir. Kur'an içindeki ayetlere göre her şeyin ayrıntılı açıklaması olduğunu yazar.
İslam'a göre Kur'an son peygamber Muhammed'in mucizelerindendir. Dil bakımından da Kur'an çoğu akademisyene göre Arapça'nın en güzel örneğidir.
Rivayete göre Muhammed'in ashabından ilk halife Ebu Bekir hurma yaprakları, deri ve kemik üzerlerine yazılı olan Kur'an ayetlerini saklar sonra da toplardı. Bu ayetler bir ciltde toplanırdı. Bunu yine arkadaşlarından ikinci halife olan Ömer'in kızı ve Muhammed'in okuma-yazma bilen tek eşi Hafza muhafaza etmişti. Bu mushaf, Hafza Yesrip'te ( Medine) öldüğünde vali Mervan bin Abdilhakem tarafından Hafza'nın evinden aldırtılıp imha edildi.

Cüz, sûre, âyet, vahiy
Kur'an'ın bölünmüş olduğu 30 parçadan (fasikül) her birine cüz denir.
Kuran, “ sûre” adı verilen bazı ana bölümden oluşur. Kur'an 114 sûreden müteşekkildir. Bu surelerin 86'sı Mekke'de, 28'i Medine'de gelmiştir. Medine'de gelen sureler Bakara, ali imran, enfal, ahzab, maide, mümtahine, nisa, zilzal, hadid, muhammed, rad, rahman, dehr, talak, beyyine, haşr, nasr, nur, hac, münafikun, mücadele, hucurat, tahrim, cuma, tegabun, saf, feth ve berae'dir.
Her bir sure de “ ayet” adı verilen parçalardan müteşekkildir. Ayetler bir kelime ila bir sayfa arasındadır.
Tanrı tarafından peygamberlerine bildirilen buyruk ve düşüncelere vahiy denir. Vahiy peygamberlere doğrudan veya melekler gibi aracılar vasıtasıyla bildirilebilir.
İslam'a göre vahiyler peygambere Cebrail meleği aracılığıyla gönderilmiştir. Kuran metninin tamamlanması, 610 - 632 yılları arasında, yaklaşık 23 yılda gerçekleşmiştir. Kur'an peygamber hayatta iken yazılı hale getirilmemiştir. Kur'an'ı yazan Vahiy katipleri: Zeyd ibn Sabit başkanlığında Ömer, Osman, Ali, Talha, Sad, Ebu Derda, Mikdad, Übey ibn Kab, Ebu Musa el-Eşari ve Abdullah ibn Mesud'dur. Vahiy, görünüşte, surelerin mevcut sırasını izlemeksizin, genellikle Müslümanların belirli bir konuda bilgi, görüş veya cevap gibi ihtiyaçları, yada önemli bir olayla ilgili olarak gerçekleştiği için, Kur'an’ın nihai şekli, ancak Allah Resulünün bu görevi bittikten sonra ortaya çıkmıştır. Buna göre, Kur'an, 114 sure ve 6346 ayetten oluşur.

İlk ve son âyetleri
Kur'ân-ı Kerim'in, Müslümanlarca Muhammed'in risaletinin başında ilk olarak 'indiği' kabul edilen âyetleri şunlardır:

"Yaratan Rabbinin adıyla oku, O insanı bir asılıp tutunandan yarattı, oku! Rabbin, kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren en büyük kerem sahibidir, nun/nokta ile kalem/çizgi ve satırladıkları/yazdıkları" (Alak, 96/1-5 Kalem, 68/1).

İlk inen âyetler inananları okumaya, öğrenmeye, yazmağa ve araştırmaya çağırır ve ilim için büyük teşvik mesajı taşır. Kur'ân'ın son inen âyeti de şudur:

"Kâfirler bugün sizden dininiz hakkında ümitsizliğe kapılmışlardır artık onlardan haşyet etmeyin, benden haşyet edin. Bugün size dinizi ikmal ettim/kabaca, anahatları ile olgunlaştırdım, size ni'metimi itmam ettim/anahatları ile tamamladım, sizin için bir din olarak islama razı oldum " (Mâide, 5/3).

Hafız
Kur'an'ın bütün metnini ezberleyen ve uygun şekilde (tecvid) okuyabilen kişiye hafız denir. Muhammed ilk hafız olarak kabul edilir. Kur'an'ı uygun bir şekilde ve güzel bir tutum ve sesle okumaya tilavet denir. Müslümanlar günlük ibadet olan namazı kılabilmek için Kur'an'dan en azından küçük bir kısmı ( ayet) ezberlemek, bilmek zorundadırlar.

"Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun, salatı ikamet edin/namazı kılın" (Müzzemmil Suresi 73/20)

"Kur'an" kelimesinin Kur'an'da kullanılması
İslâm'ın kutsal kitabının özel adı olan Kur'an kelimesi, 58 âyette geçer. Ayrıca "kur'an" "okunan,okuyuş, okuma" "ekli, katlı,derli" anlamında özel ad olmayarak 12 ayette (Yusuf Suresi 12/2, Rad Suresi 13/31, İsra Suresi 17/106, Taha Suresi 20/113, Zümer Suresi 39/28, Fussilet Suresi 41/3,44; Şura Suresi 42/7, Zuhruf Suresi 43/3, Cin Suresi 72/1, Kıyame Suresi 75/17,1Cool geçer:

"Biz var ya Biz onu okuyup akletmeniz için anlaşılır-sade-arı bir okuyuşla/okunuşla indirdik" (Yusuf Suresi, 12/2).
"Kur'anı okuyacağında/okuduğunda kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığın (Euzü billahi mineşeşeytan ir racim) de" (Nahl Suresi, 16/9Cool.
"Kur'an okunduğunda/okununca onu işitin de durup düşünün ki merhamet olunasınız" (A'râf Suresi, 7/204).
"Bu Kur'an, insanlara yolu gösterir, o değişmez yoldur, unat-düzgün çalışan-iş yapan inananları onlar için olan kerim bir ecir ile müjdeler." (İsrâ Suresi, 17/9).
"Kur'an'dan indirir/indiriyor/indirecek olduklarımız, inananlara şifa ve rahmettir..." (İsrâ Suresi, 17/82).
Birçok âyette "el-Kitâb" kelimesinin Kur'ân-ı Kerîm anlamında kullanıldığı görülür:
" Elif. Lâm. Mîm. İşbu içinde kuşku olmayan Kitap'tır müttakiler (Allah'tan korkan başkasından korkmayanlar) için bir yol göstericidir"'' (Bakara, 2/1,2).

Bundan başka çeşitli âyetlerde Kur'ân için başka isimler de kullanılmıştır: el-Furkân ( Furkân Suresi, 25/1), ez-Zikr ( Hicr Suresi, 15/9), en-Nûr ( Nisâ Suresi, 4/174), er-Rûh ( Şûrâ Suresi, 42/52) vb. gibi.

Kur'an'ın toplanması
Ashab-ı Kiram (peygamberin değerli arkadaşları anlamında Arapça bir tamlama), Muhammed'in sağlığında Kur'an'ı yazmamıştır. Muhammed'in öldüğü sırada 100 bin küsür arkadaşları içinde okuma-yazma bilenlerin sayısı yalnızca 33 kişi idi, okuma-yazma oranı 10 binde 4 idi. Hafızların sayısı ise yaklaşık 20 idi.
Kur'an-ı Kerim, Hz.Muhammed peygamberin devrinde bizzat vahiy meleği ve nebinin birbirlerine karşılıklı okumaları ve de sahabilerin ezberlemesiyle korunmuştur. Ancak Peygamber'in sağlığı müddetince devam eden vahyin bütün bir kitapta toplanmasına imkân yoktu. Çünkü vahyin Peygamberin ölümüne kadar devam ettiği bilinmektedir. Peygamber'in vefatından iki gün öncesine kadar devam eden vahiy Onun vefatıyla son buldu. Böylece Kur'an inen son âyetle tamamlanmış oldu.
Kur'an sureleri bazen bir bütün olarak bazen de bölümler halinde indirildi. Bazı sûreleri Mekke'de inmesi dolayısıyla "Mekkî", bazıları Medine'de indirildiklerinden "Medenî" diye nitelendirilmiş ve 22 yılda tamamlanmıştır.
Peygamber'in vefatını takip eden Yemâme savaşlarında 70 kadar hafız (kurrâ)'ın şehid düşmesi müslümanları telâşa düşürmüştü. Ashabdan Ömer de hafızların toplanması için dönemin halifesi Ebu Bekir'e başvurarak konunun görüşülmesini istemişti. Bunun üzerine Ebu Bekr, Zeyd İbn Sâbit başkanlığında toplanan Abdullah b. Zübeyr, Sa'd b. Ebi Vakkas, Abdurrahman b. Haris b. Hişam'ın da bulunduğu büyük bir komisyon tarafından Kur'an sahifeleri bir araya getirildiği iddia edilir. Bu Mushaf önceleri, Muhammed'in eşlerinden Ayşe'nin evinde muhafaza edilmiştir. Ayşe Sıffın Savaşı'nda bu mushafı Amir bin El-As'a vermiş, o da savaşta bunu mızraklar ucuna takarak heder etmiştir.
Üçüncü halife Osman zamanında hafız ve vahiy başkatibi olan Yemen'li Arap olmayan Zeyd bin Sâbit, elinde yazılı Kur'an metni olan herkesin bu metinleri getirmesini ve getirirken de ellerindeki metinlerin bizzat Muhammed'den yazıldığına dair iki güvenilir şahid gösterilmesi istendi. Osman toplanan bu kurula "Zeyd ile imlada anlaşamazsanız, Kureyş'e göre yazın" emrini verdi, bu yüzden elimizdeki Mushaf, Mekke-Kureyş şivesinin imlası ile yazılıdır. Böylece bütün metinler toplanarak bir araya getirilmiş ve halife Osman'ın vezirine teslim edilmiştir. Daha sonra vezir ve belirlerdiği kişilerce Kur'an-ı Kerim'in aslî nüshaları devletin 4 eyaletine gönderilmek üzre 4 nüsha yazılmıştır. Zeyd b. Sâbitin katkılarıyla ortaya koyduğu bu aslî nüshaya "İmam Mushaf" adı verilmiştir. Abdullah b. Mes'ûd'un teklifiyle iki kapak arasında "İmam Mushaf" üzerinde yapılan danışma ve görüşmeler sonucunda bunun üzerinde her hangi bir noksanlık görülmemiş ve güvenirliği konusunda ittifak sağlanmıştır. Böylece Kur'an her hangi bir tahrifata uğramadan "Mushaf" haline getirilerek aynı mushaftan çoğaltılan mushafların ana kaynağını teşkil etmiştir. Mushaf adı Yemen'li Arap olmayan Abdullah bin Mes'ud'un teklifi ile Habeşçe Mişhaf kelimesi olarak kabul edilmiştir.
Ömer devrinde Kur'an öğretimine hız verildi. Gerek Medine'de gerekse sınırları günden güne genişleyen İslam Devletinin diğer merkezlerinde en sıhhatli kaynak olan hâfiz sahabilerin öğretmen ve gözetmenliğinde pek çok hâfız yetiştirilmiştir. Fakat zamanla fetihlerin hız kazanması ve yeni fethedilen yerlerde ortaya çıkan kavim ve kabilelerin müslüman oluşu farklı şive ve lehçelere göre okuyuş ayrılıklarını ortaya çıkarmıştır. Bu durum M.648'de Ermenistan ve Azerbaycan fethinde Şamlı ve Iraklı askerlerin yan yana gelmesi ile farklı okuyuşların su yüzüne çıkmasını sağladı. Bu tartışma ortamının daha fazla büyümesine engel olmak için Huzeyfe b. Yemân, Halîfe Osman'a başvurarak bu durumun düzeltilmesini, ihtilafın ortadan kaldırılmasını istedi. Bunun üzerine Halife Osman, Muhammed peygamberin diğer ashabı ile de istişare ederek, İslâm dünyasında yalnızca Ebu Bekr'in emriyle derlenmiş olan onaylı Kur'ân mushaflarının kullanılmasını ve bir başka lehçe yahut ağız ile yazılmış tüm diğer nüshaların kullanılmasının yasaklanmasını kararlaştırdı. Osman bir önlem olarak da gelecekte herhangi bir kargaşa yahut yanlış anlamaya meydan vermemek için başka tüm yazılı nesneleri yaktırarak ortadan kaldırma yoluna gitti. Ebû Bekir zamanında yazıları İmam Mushaf, Ömer'in ölümünden sonra kızı ve Muhammed peygamberin hanımlarından olan Hafsa'ya geçmişti. Bu nüsha Hafza ölünce vali Mervan bin Abdülhakem tarafından imha edildi.Osman zamanında çoğaltılan mushafların yedi nüsha olduğu söylenir (Muhammed Hamidullah, a.g.e., II, s.763). Bunlar Medine, Mekke, Şam, Kûfe ve Basra'ya gönderilerek müslümanlar arasında çıkabilecek farklı okuyuşlar önlenmiş oldu. Hatta Ali'nin Osman için "Eğer Osman Kur'an'ın tek kitap halinde toplatılarak çoğaltılması işini yapmasaydı ben yapardım" dediği bilinmektedir.
Osman tarafından değişik vilâyet merkezlerine gönderilen nüshalar asırların geçmesiyle kayboldu. Günümüzde halen onlardan bir tanesi İstanbul Topkapı müzesinde; bir diğer tam olmayan nüshası Taşkent'te bulunmaktadır. Çarlık Rus hükümeti onun faksimile ile reprodüksiyonunu (fotoğraf veya fotokopi ile tam kopyasını) yayınlamıştır. Şu anda dünyanın her yanında okunmakta olan Kuran'larla Topkapı ve Taşkent'teki mushaflar arasında Kur'an'ın Osman'ın emri ile Mekke-Kureyş şivesiyle yazılması yüzünden kısmi şive farkları, imla farkları, harflere nokta konması, ünsüzleri okutan ünlüler /harekeler konması dışında fark yoktur. (Muhammed Hamidullah, İslam'a Giriş, Ankara, t.y, s.41; Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, s. 763).
Ebû Bekr'in (ö. 13/634) halifeliği sırasında Kur'an-ı Kerîm toplanıp iki kapak arasında kitap haline getirilince, uygun bir isim aranmış, Abdullah b. Mes'ud'un (ö.32/652) "Habeşistan'da bir kitap gördüm, ona Mişhaf, Mushaf adını vermişlerdi" demesi üzerine, halife tarafından bu isim uygun bulunmuştur (Celâleddin es-Süyûtî, el-İtkân fi Ulûmi'l-Kur'ân, terc. Sakıp Yıldız, H. Avni Çelik, İstanbul 1987, I, 124). Mushaf; sayfalardan meydana gelmiş kitap anlamına gelir.

Kur'ân-ı Kerîm'in Düzeni
Kur'an yaklaşık 23 yılda parça parça indirilmiştir. 13 yıl kadar süren Mekke döneminde inen âyet ve sûreler daha çok İslâm inanç ve ahlâkı ile ilgili konuları kapsar. Allah'ın birliğine, meleklere, peygambere, kitaplara ve âhiret gününe iman gibi. Âdem'den beri gelen tevhid inancı işlenir. Allah'a ortak koşma ile mücadele edilir ve kıyamete değin Allah'a ortak katan mü'min-müslim-kafirlere tevhid inancından ayrılmış olan atalarının bu yanıldığı söylenir.
Kur'ân-ı Kerîm'in, Âdem'den itibaren devam eden vahiy zincirinin devamı olduğu açıklanır:

"Biz var ya Biz, Nuh'a ve ondan sonra gelen nebilere/peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, Esbat'a/Sıptlar'a, İsa'ya, Eyyûb'a, Yunus'a, Hârun'a ve Süleyman'a da vahyettik. Dâvud'a Zebûr'u verdik"
(Nisâ, 4/163)

Medine'de inen âyet ve sûrelerde daha çok hukuk kuralları yer almıştır. Aile ve devletin tanzimi, insanların birbiriyle veya devletle olan ilişkileri, anlaşmalar, barış ve savaş durumları bu âyetlerde açıklanır. M.S. 622 tarihinden itibaren Medine'de bu hükümleri uygulamak için yeterli güce sahip Muhammed yönetiminde bir İslâm Devleti oluşmuştu.
Allah hafiften ağıra doğru bir yol izleyerek hükümler gönderiyor, resûlüllah ve ashabı bunları geciktirmeksizin uyguluyordu. Kur'an dilini bilmeleri, namazlarda, mescid içinde ve dışında okunan sûre ve ayetleri anlamalarını kolaylaştırıyordu. Bu devrin özelliği; iyi ve yararlı olanı almak, kötü ve zararlı olanı kaldırmak şeklinde özetlenebilir. Yükümlülükler birden ayrıntılarıyla gelmemiş, zamanla tamamlanmıştır (bk. Bakara, 2/219; Nisa, 4/43; Mâide, 5/90-91).
Kur'an'ın parça parça gelişi uygulamayı kolaylaştırıyordu. Bu sayede gelen ayetler kolayca ezberlenebiliyordu.
Ayetlerin olaylar üzerine inişi, tam ihtiyaç sırasında gelişi, toplumda gerekli etkiyi göstermesine yardımcı olmuştur. Bu yüzden, ayetlerin iniş sebepleri ( esbab-ı nüzul) Kur'an tefsirlerinde önemli bir yer tutar.

Nesilden nesile nakli
Kur'an'ı gerek Mekke ve gerekse Medine döneminde peygamberden bir vahiy katipleri grubu yazmış ve bu yazılanları sahabeden bir topluluk ezberlemiştir. Tevatür yoluyla nakil ve nakledilenlerin doğruluğu konusunda İslam bilginleri arasında hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Bu prensip gereğince Ebu Bekir'in halifeliği sırasında Kur'an toplanırken tevatür derecesini bulmayan, Abdullah b. Mesud'un kendisinin daha iyi anlaması için açıklayıcı olarak koyduğu bazı ifadeler komisyonca metne eklenmemiştir. Örneğin "Bunları yapma imkânını bulamayan kimsenin üç gün oruç tutması gerekir." ( Maide, 5/89) âyetinin devamındaki "mütetâbiat" (peşpeşe) ilavesi Kur'an'a eklenmemiştir. Yine Abdullah b. Mes'ud'un annelerin nafakası ile ilgili: "Mirasçı da (yukarıda) belirtildiği şekilde (nafaka ile) yükümlüdür." ( Bakara, 2/233) âyetindeki mirasçı hakkında "zi'r-rahimil-mahrem" (evlenilmesi yasak olan yakın hısımlardan olan) şeklinde ilâve taşıyan kıraati de Kur'an'dan sayılmaz.
Tevâtür derecesine ulaşamayan bu gibi kıraatlerin hukukçular için delil olarak kullanılıp kullanılamayacağı konusunda görüş ayrılığı vardır. Hanefilere göre, bu kıraat şekillerini nakleden sahabe bunu ya Muhammed'den işitmiştir veya kendi görüşü ve ictihadı olarak ifade etmiştir. Bunun, en azından Allah'ın kitabını tefsir için vârid olmuş bir sünnet olduğu açıktır. Sünnetin hüküm kaynağı olduğunda ise şüphe yoktur. İşte bunun bir sonucu olarak Hanefîler yemin kefâreti olarak tutulacak orucun peş peşe üç gün tutulmasını gerekli görürler Şafii, Maliki ve Hanbelilere göre ise, mütevatir olmayan kıraatler ne Kur'ân ve ne de sünnet sayılmaz ve hüküm çıkarmada delil olarak da kullanılamaz. Zekiyuddin Şa'ban, a.g.e., s.47, 48
İslam'a göre Kur'an yalnız Araplar için değil, yeryüzündeki tüm insanları doğru yola iletmek için gelmiştir: "Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik" ( Enbiyâ, 21/107). Bu özelliği Kur'an'ın i'caz yönlerinin de evrensel olmasını gerektirir.

Kur'an'da "bilgi"
Kur'an'ın sayfaları arasında her sorunun cevabını aramak veya din alimlerinin bilimsel konulara Kur'an ile cevap vermesini beklemek yanlıştır. Kur’an-ı Kerim bir astronomi, bir kimya ya da tıp kitabı değildir (Kutub, 1997: I, 283).
Kur’ani bilginin çalışma konusu ve ilgi alanı insanın kendisi, insanın düşüncesi, inancı, duyguları, kavramları, davranışları, tutumları, ilişkileridir. Maddi bilimleri, bütün araç ve bölümleri ile maddi alemde gerçekleştirilecek bilimsel keşiflere ve icatlara gelince bu görev, insan aklına, insan tecrübesine, insan buluşuna, insanın varsayım ve teori geliştirme yeteneklerine havale edilmiştir. Çünkü insanın yeryüzündeki halifeliğinin temeli bu olduğu gibi yapısının karakteri de bu fonksiyona yatkındır.
Kur’an-ı Kerim ise insanın psikolojik yapısını, kişiliğini, vicdanını, aklını ve düşüncesini yapılandırmaya çalışır. Bunun yanı sıra insanın bu potansiyel yeteneklerini iyi bir şekilde kullanmasına uygun ortam sağlayacak olan sağlıklı bir toplum yapısı oluşturmaya gayret eder.
Bütün bilimsel, evrensel, biyolojik, psikolojik ve sosyolojik olayların nispeten daha büyük bir kesimini açıklayabilecek ya da problemlere daha ayrıntılı açıklamalar getirebilecek başka ve daha yararlı hipotezler, varsayımlar ortaya çıkana kadar geçerlidir. Bundan dolayı bu teoriler, bu varsayımlar değişmeye, başkalaşmaya, iptale ve eklemelere açıktır.
Hatta, eğer yeni bir keşif ve icat aracı bulunur ya da eski bilgi birikimini yeni bir açıdan yorumlayan değişik bir yaklaşım tarzı benimsenirse bu teori ve varsayımlar altüst olmaya açıktır (Kutub, 1997: I, 286).
Kur’an, tanrının verdiği nimetlere salt tüketim am
______________
Oyyunkom & Oktay-Blog ikiside şahsıma aittir. İki site üzerinden paylaşım yapmam veya mesaj atmam sizi yanıltmasın.
Mesaj04.06.2011, 13:48 (UTC)    
Mesaj konusu:

güzel paylaşım
______________
Büyük işler başaran, Küçük adam..
DREAMWEAVER İLE BEDAVA-SİTEM İÇİN TASARIM YAPMA // RESİMLİ ANLATIM
Mesaj04.06.2011, 13:49 (UTC)    
Mesaj konusu:

Helal Olsun Walla Böle Paylasımların Artısını Gördükce İçim Acılıyor.
Mesaj04.06.2011, 13:50 (UTC)    
Mesaj konusu:

Cool Olan yerlere bakmayın bir hata sonucu oluyor onlar..
______________
Oyyunkom & Oktay-Blog ikiside şahsıma aittir. İki site üzerinden paylaşım yapmam veya mesaj atmam sizi yanıltmasın.
Mesaj04.06.2011, 14:00 (UTC)    
Mesaj konusu:

oyyunkom yazmış:
Cool Olan yerlere bakmayın bir hata sonucu oluyor onlar..



Very Happy
Önceki mesajları göster:   


Powered by phpBB © 2001, 2005 phpBB Group
Türkçe Çeviri: phpBB Türkiye & Erdem Çorapçıoğlu