Forum'da ara:
Ara


Yazar Mesaj
Mesaj11.06.2013, 13:07 (UTC)    
Mesaj konusu: Dünyayı Yöneten Gizli Örgütler

Dünyayi Yöneten Gizli Örgütler

(BU YAZIYI OKUMANIZ VE ARŞİVLEMENİZ ÖNERİLİR !!!)
Genel durum

Yeni Dünya Düzeninin dünyayı yeniden paylaşmada Türkiyenin basına 21. yüzyılda inanılmaz çoraplar örülmek istenmekte ve Türkiye adim adım Sevr koşullarına sürüklenmektedir. Oynanmakta olan bu satranç oyununda Türkiyede dev bir operasyon yapılmış ve Sah köseye sıkıstırılmıştır (Manisali 2002a ve 2002b). Mat olup olmamasi bundan sonra Türk Genelkurmayinin atacagi adimlara baglidir. ABD tarafından planlanan bu operasyon, AB ülkelerinin de yardimiyla simdilik basariyla yürütülerek hedeflenen ekonomik kriz ülkede basariyla yaratildiktan sonra, tüm piyonlar rollerini basariyla oynamislar ve 79 yıl önce Hilafeti kaldiran Türk devletinin tepesine Hilafetçi artigi ve ABD kuklasi bir parti usta bir manevra ile -umutsuzluk içindeki halk kandirilarak- geçirilmistir.

Tüm hükümet üyelerinin ve bakanlarinin Naksibendi veya Fethullahci baglantilari Aydinlik dergisinde yayimlandigi halde sadece bir iki
bakandan tekzip gelmiştir. Hükümet üyelerinin büyük çoğunluğu ünlü Abant Toplantilarini düzenleyen Fethullahçi örgütlenmenin odagindaki Birlik Vakfinin üyesidir. Bir zamanlar demokrasi tramvayına gerekirse binebileceğini ya da ereğine ulaşmak amacıyla papaz giysisi bile giyebileceğini söyleyen, camilerin kubbelerini miğfer olarak takacak, minareleri de mızrak olarak kullanacak Tayip Erdoğan liderliğindeki kadronun yönetiminde Türkiyeci ileride daha vahim sorunların beklediği açıktır.

Diğer yanda ise ABD 80 bin askeriyle Diyarbakırda konuşlanmak ve Türkiye'yi hiç ilgisi olmadığı bir savaşa bulaştırmak istemektedir.
Abanin hedefi açıktır. Kafkasya ve Ortadoğu petrol ve doğal gaz bölgelerini Naziler gibi işgal etmek ve Asyanın stratejik bölgelerini
kontrol altına almak! Ama mambo çığlıklarıyla savaş naraları atan Türk medyasında hiç değinilmediği üzere, Abanin asil hedeflerinden birisi de Türkiyeci parçalamak ve Doğu Anadolu'da ABD kuklası bir Kürt devleti kurmaktır. Türkiyeci parçalama ve çökertme operasyonu aşikar bir biçimde Kıbrıs üzerindeki Annen Planı ile, NGOları ile, Fener Patrikhanesine ve Rum azınlıklara verilen haklar ile, Rum Pontusu ile, Kuzey Iraktaki Kürt Senatosu ile Türkiye'de ajanlık faaliyeti gösteren vakıflarıyla basarili bir şekilde sürdürülmektedir. Değerli Necip
Hablemitoglunun katledilmesi Türkiye'yi istikrarsızlaştırma operasyonunun bir parçasıdır ve korkarım ki bu cinayetler sürecektir.
Cinayetleri ise çok daha büyük bir ekonomik kriz beklemektedir. Ya Türk askeri, kriz durumlarında ABD'nin müdahale gücü haline
getirilecek ya da ekonomisi kısırlaştırılmış ve tarımı çökertilmiş olan Türkiye açlığa mahkum edilecektir. Yani Sah ve Mat gerçekleşmesi
planlanmıştır.

Bu yazıda Türk iyedeki durumu irdelemek açısından dünyayı yöneten gizli güçleri ortaya koymaya çalışacağız. Şimdilerde Globalizasyon
adıyla bize yutturulmak istenen Yeni Dünya Düzeni bir günde kurulmuş bir strateji değil, kökeni imparatorluklar ve sömürgeler dönemine
dayanan bir plandır. Globalizasyon, ulusçuluğu ve sınırları kaldıran bir sistem değil, aksine ezen ulusların kayıtsız şartsız hakimiyetine
yol açacak acımasız, emperyalist ve faşist bir yapıdır. Yeni Dünya Düzenini şekillenderen iki temel dev güç vardır. Bunlardan birisi Yahudi lobisi ve tekellerinin kurduğu gizli cemiyetler, ötekisi ise WASP adi verilen beyaz, Anglo Sakson, Protestan azınlığın kurduğu gizli cemiyetlerdir. ABD'DE tüm güç ve medya bu gizli cemiyetler tarafından şekillendirilmektedir. Yahudilerin de içinde yer aldıkları CFR (Council on Foreign Relations), Bilderberg gizli örgütü ve Trilateral Komisyon bu cemiyetlerin temelini oluşturur. Bir istihbaratçı olan George Orwellin 1984 isimli kitabında belirtildiği üzere, medyayı kontrol eden beyinleri kontrol eder. Beyinleri kontrol eden ise, toplumları kontrol eder (son örneğini 3 Kasım seçimlerinde gördüğümüz gibi).


ABD'DE medyayı ve beyinleri kim kontrol eder?


ABD'DE her yere yayılan ve en çok seyredilen kanallar yaklaşık 15 aile tarafından ve 24 şirketle yönetilmektedir (Chomsky, 1988, 1991, 1992, 1994).

Bu şirketler şunlardır (Chomsky, 1988, 1991):

Advance Publications (Newhouse ailesi),
Capital Cities (Devlet Kökenli, DK), CBS (DK),
Cox Com (Cox ailesi) ,
Dow-Jones (Bancroft-Cox ailesi),
Gannet (DK),
GE (General Electric),
Hearst (Hearst ailesi),
Knight-Ridder ailesi,
News Corp (Murdoch ailesi),
New York Times (Sulzberger ailesi),
Readers Digest (Wallace ailesi),
Scripps-Howard (Scrips ailesi),
Storer Corp (Storer ailesi),
Taft (Taft Ailesi),
Time Inc. (karisik ve DK),
Times Mirror (Chandler ailesi),
Triangle (Annenberger ailesi),
Tribune Co. (McCormick ailesi),
Turner Broadcasting (Turner ailesi),
Fox Broadcasting (Fox ailesi).

ABD'de bugün, hem gizli-derin devletten izinsiz, hem de bu ailelerdenizinsiz hiç bir gerçeği yayımlayamazsınız (ABD gizli devleti için bkz. Vanken 1996; Constantine1997; Blum 2000). Belirli bir elit zümrenin kontrolü altında olan ABD medyasının, bunun bir sonucu olarak da dünya medyasının gerçeklerle ilgili fazla bir bilgi yayınlanması beklenemez. Zaten tüm Amerikan halkı 11 Eylül olayında olduğu gibi medya
tarafından tamamen uyutulmuş ve inanılmaz senaryolar ile sadece Amerikan halkı değil, tüm dünya kandırılmıştır (Meyssan 2002; Sayın
2002).

Bu şirketlerin pek çoğunun yöneticisi özel ve elit bir alt kültürden gelmektedir ve hep ayni söylemi dile getirirler ve Yeni Dünya Düzeninin temel bir parçasıdırlar. Bu eğilim, dünyayı dinlemek ve yönetmek için NSA (National Security Agency) tarafından kurulmuş ECHELON sisteminin diğer üyeleri İngiltere, Kanada, Yeni Zelanda ve Avustralya da da pek değişmemektedir (Sayın 1998; Hager 1997). ABD'de
de Washington ve New York merkezli CFRnin yerini bu ülkelerde Bilderberg ve Trilateral Komisyon almaktadır. Medyanın basında da mutlaka bu örgütlerin elemanları bulunur.

Aşağıda bazı örnekleri sıralıyoruz (Kısaltmalar B: Bilderberg üyesi; T: Trilateral Komisyon; C: Council on Foreign Relations, en az iki veya üç gizli cemiyete üye olanlardan örnekler verilmistir, bu örgütler daha sonra tanimlanacaklardir, Kaynak: Ross 2000):

Robert Erburu (C ve T): Times Mirror baskani
Forester Lynn ( B ve C): Netwave Inc. Haberlesme sistemleri
Paul Gigot (B ve C): Wall Street Journal, Washington yazari.
Henry Anatole Grunwald (B ve C): Time dergisi, editör
Jimmie Lee Hoagland (B ve C): Washington Post, editör yardimcisi.
Claude Imbert (B ve T): Le Point, Paris.
Dinç Bilgin (B ve T): Sabah Yayincilik ve 1 Numara Yayincilik.
Wyatt Thomas Johnson (C ve T): CNN baskani.
Flora Lewis (C ve T): New York Times, Paris, köse yazari
Charles William Maynes (B ve C): Foreign Policy Magazine, Carnegie
vakfi (CIA baglantili)
Albert J. Wholstetter (B ve C): Wall Street Journal, yazar
Robert Leroy Bartley (B, C ve T): Wall Street Journal, Editör ve
baskan.
Thomas L. Friedman (B, C ve T): New York Times, köse yazari.
David Gergen (B , C ve T): US News and World Report, Başkan ve editör.
Katharine Graham (B, C ve T): Washington Post, direktörlerden
James Fulton Hoge (B, C ve T): Foreign Affairs Magazine direktörü (bu
dergi CFRin resmi organidir).
Mortimer Benjamin Zuckerman (B, C ve T): US News ve World Reports,
Atlantic Montly, NY Daily News. Bas Editör.

Dünyada hakimiyeti elinde tutan bu Anglo Sakson ve Yahudi medyalarında tek bir ideolojinin borusu öter: Globalizm. Globalizasyonun ve Yeni Dünya Düzeninin temel felsefesini ortaya koyan da ORDO AB CHAO (Kaostan Düzen) mottosu ile ortaya çıkmış Illüminati, Skulls and Bones Society (SBS, Kuru Kafa ve Kemik Cemiyeti), Bohemian Grove (veya Bohemian Club) gibi gizli cemiyetlerin ta kendisidir! Daha sonra bu cemiyetlere 20. yüzyılda Council on Foreign Relations (CFR, Dis İlişkiler Konseyi), Bilderberg ve Trilateral Komisyon eklenecek ve
diğer ülkelere de yayilarak kayitsiz sartsiz bir Yeni Dünya Düzeni veya bir Anglo Sakson Firavunlar devri yaratmak için büyük bir
mücadele verilecektir (Sutton 1986; Domhoff 2000; Ross 2000; Marrs 2000).

Dünyadaki pek çok tüketim malzemesini ve diğer malları sistematik gizli örgüt ağına sahip bir elitler grubu kontrol etmektedir. Bu elitler grubu tüm dünyaya yayılmışlar ve pek çok kilit noktayı bilinçli ve planlı bir biçimde işgal etmişlerdir. Artık dünyayı yöneten bir Büyük Ağabey vardır ve bu Büyük Ağabey bahsedilen elitlerin oluşturduğu gizli bir ağdır; bu ağın tarihsel mistik bir geçmişi de vardır! Büyük Ağabey örgütünün üye şayisi 8-10 bini asmaz, ama savaşların çıkmasından dünyadaki para hareketlerine, uyuşturucu trafiği ve kara paradan ülkelerin çökertilmesine, hükümetlerin değiştirilip, ülkelerin parçalanmasına kadar (Rusya ve Yugoslavya örneği) bu elitler grubu ve Büyük Ağabey etkilidir.

Yeni Dünya Düzeni, arkasında masonik gizli örgütlenmelerin olduğu bir uluslararası ağın ve Council on Foreign Relations (Diş ilişkiler konseyi), Trilateral Komisyon ve Bilderberg isimli örgütlerin planlayıp, dünyaya dayattığı kayıtsız şartsız emperyalist bir sömürü sistemidir.

Yeni Dünya Düzeni ve bu örgütler neden tehlikelidirler?

Yeni Dünya Düzeninin amaçlari ve tehlikeleri hakkinda tonlarca kitap yazilmis, globalizasyonun insanliga sunacagi acimasiz gerçekler hakkinda yüzlerce konferans verilmistir. Fakat bahsedilen gizli örgütlerin ve CFR, Bilderberg ve Trilateral Komisyonun tehlikeleri hakkinda yazilan kitaplar bir avuçtur. Çünkü bu örgütler hakkinda bilgiye ulasmak çok zordur. Bu örgütlere üye olan kisiler istihbarat örgütlerinin, silahli kuvvetlerin, NATOnun veya Savunma Bakanliklarinin, bankalarin, dev tröstlerin en tepesindeki insanlardir. Nazilerden pek de farklı olmayan bu insanlarin gerçek yüzlerini daha iyi anlayabilmek, ancak onlarin dünya insanligi üzerinde oynadiklari rolü sergileyerek mümkün olabilir.

Bu örgütler niye tehlikelidirler?

Çünkü:

Savaslari onlar çikarirlar. Ne kadar sürecegine onlar karar verirler, kimlerin katilacagina ve hangi sinirlarin çizilecegine onlar karar verirler (Su anda içine girmekte oldugumuz savasta olduğu gibi). Birinci Dünya Savasinin çikmasinda J. P. Morgan ve Rockefellerin büyük etkileri olduğu ve savas sonunda da inanilmaz kârlar elde ettikleri bilinmektedir (Marrs 2000). Ayrıca 2. Dünya Savasinin basinda (Hitlerin yükselisinde de) Rockefeller grubunun Hitlere yaptığı yardimlar bilinmektedir. Rockefellerlar, bu Büyük Agabeyin, CFR veya Skulls and Bones Societynin merkezindedirler.

Parayi kayitsiz sartsiz onlar kontrol ederler. ABDdeki Merkez Bankasindan tutun, diğer uluslardaki merkez bankalarina kadar tüm
temel bankalarin kilit noktalarini onlar kontrol ederler. Iskonto oranlarini, para teminini, altin stoklarini ve altin fiyatlarini, borsa fiyatlarini onlar ellerinde tutarlar ve kontrol ederler. Dünyada akmakta olan tüm kara para bu örgütlerin kontrolündedir.

Hükümetleri onlar kontrol ederler. Pek çok ülkede kimin basbakan, kimin vali veya kimin yönetici konumuna gelecegini onlar kontrol
ederler. Gerekirse hükümetleri yikarlar, yerine yenisini kurarlar, islerine gelmezse onu da yikarlar ve bunu kimsenin ruhu duymadan
yaparlar. Medya bu gerçeklerden bahsedemez.

Medya ve bilgiyi onlar kontrol ederler. Temel pek çok medya kuruluslarini onlar kontrol ederler. Beyin yikama yöntemleri ve medyayi yönlendirme yöntemleri korkunçtur. Onlarin izni olmadan büyük medyaya yayin yapmaniz mümkün değildir.

Ücretleri, vergileri maaslari onlar kontrol ederler. Emeginize net olarak hakimdirler. Tüm ücretleri, endüstrilerdeki maaslari, isçi maaslarini onlar kontrol ederler.

Mafyayi onlar kontrol ederler. Detaya girmeye gerek yok, çünkü zaten kendileri mafyadir. diğer mafya örgütlenmelerini onlar kontrol ederler.

Bilimi ve teknolojiyi onlar kontrol ederler. Bilimi ve teknolojiyi çok kilit noktalardaki ögretim görevlileri veya çok kilit noktalardaki
sirket görevlileri sayesinde onlar kontrol ederler.

Istihbarat örgütlerini ve ordulari onlar kontrol ederler. ABDdeki hemen her istihbarat örgütünün üst düzey görevlisi veya ileri geleni
ya bahsedilen gizli örgütlerin üyesidir, ya da CFR, Trilateral Komisyon veya Bilderberg üyesidir. Avrupa ve Japonyadaki istihbarat
örgütlerinde de bu kisiler çok etkilidir. Türkiye'de ise son 50 yildir yönetici konumuna gelmis pek çok kisi ya Trilateral Komisyon veya
Bilderberg üyesidir.

Su unutulmamalidir: Bu örgütlerin güçleri, nitelikleri ve üyeleri ortaya çikarildiktan sonra kesinlikle alt edilebilirler. Bu örgütleri
böylesine siralamak onlarin yenilmez olduklari vurgulamak amaciyla degil, aksine onlarin iç yapilarini ortaya koymak ve alt edilebileceklerini vurgulamak amaciyla yapilmaktadir.

Asagida her üç örgüte de (Trilateral Komisyon, Bilderberg ve CFR) üye olan kisilerin isimlerini ve bulunduklari konumlari sunuyorum (Ross
2000).

Her üç örgüte de üye olan elitler


Paul Arthur Allaire: Xerox sirketi direktörü, CFR direktörü.
Graham T. Allison: Ulusal Politika Merkezi üyesi, eski CFR Direktörü.
D. Orville Andreas: Archer Daniels Sirketi Baskani.
R. Leroy Bartley: Ünlü Wall Street Journal Editörü.
C. Fred Bergsten: Ünlü Brookings Institition Yöneticisi.
Robert R. Bowie: Kitalararasi Gelistirme Merkezi üyesi.
John Bredemas: Texaco sirketi direktörü, eski senatör.
Zbigniew Brzezinski: Ulusal güvenlik danismani, Stratejik ve
Uluslararasi Çalismalar Enstitüsü.
John H. Chafe: Senatör, Fin. Sel. Intellig. Direktör.
Bill Clinton: Eski Başkan, Arkansas Valisi.
Richard N. Cooper: Harvardda Prof. CFR direktörü, Devlet Bakanligi,
Ekonomik isler.
Gerald Corrigan: CFR direktörü, Federal Merkez Bankasi. Eski
direktörü, Goldman Sachs.
Lynn E. Davis: Devlet Bakani, Uluslararasi Güvenlik Sekreteri.
John Mark Deutch: CIA direktörü, Savunma Bakanligi.
Martin S. Friedman: Prof. (Harvard) Ekonomik Arastirmalar Ulusal
Bürosu.
Stephan J. Friedman: Goldman Sachs Sirketi.
Thomas L. Friedman: New York Times gazetesi, köse yazari.
David. L. Gergen: US News ve World Report Direktör ve Clintonin
danismani.
Louis Gerstner: IBM Sirketi sahibi ve Baskani.
Kathrine Graham: Washington Post gazetesi, köse yazari ve Brookings
Inst.
Maurice Greenberg: CFR direktörü, Am. Int. Group Inc. Başkan
Yardimcisi.
Lee Herbert Hesburgh: Senatör, Indiana uluslararası ilişkiler.
W. Alexander Hewitt: Jamaica Büyükelçisi.
James F. Hoge: CFRnin yayin organi Foreign Affairsin direktörü.
Richard Holbrooke: ABD Büyükelçisi, B. M. üyesi Credit S. First Boston
Corp.
Vernon E. Jordan: Aikin, Huer and Feld Sirketi, RJR Nabisco yöneticisi.
Henry A. Kissenger: Nixon ve Carter dönemi Devlet Bakanligi, Sekreter.
Winston Lord: Devlet Bak. Sekreter yardimcisi, Dogu Pasifik ve Asya
Iliskileri.
Jessica T. Mathews: Uluslararasi baris için Carnegie Vakfi Baskani (CIA
ve DIA).
Winston P. McCracken: Michigan Üniversitesi Prof.
Robert Strange Mc Namara: Dünya Bankasi Baskani, Eski Savunma
Sekreteri, Brookings Inst. (CIA baglantili).
Walter F. Mondale: ABD Büyükelçisi, Japonya Devlet Bakanligi.
J. Benjamin Nye: Hazine Bakanligi Sekreteri ve etkin baskani.
Joseph S. Nye: Ulusal Istihbarat Konseyi Baskani, Harvard Dekani
Rozanne L. Ridgway: Atlantik Konsül, RJR Nab Direktörü.
Charles W. Robinson: Kitalararasi Gelistirme Konsülü, Brookings Inst.
(CIA baglantili).
David Rockefeller: Chase Manhattan Bankasi baskani, Rockefeller
Sirketi Baskani, CFR baskani, Trilateral Komisyon baska. Bahsedilen
tüm örgütlerin basindaki çekirdegin yöneticisi.
Brent Snowcroft: Ulusal Güvenlik Konseyi Başkan yard, CFR eski baskani.
Helmut Sonnefeldt: Brookings ve Carnagie Endowment (CIA baglantili).
George Soros: Soros Fund Baskani, Open Society Institute.
Laura D. Tyson: Prof, Harvard, Ekonomik danismanlik Komisyonu baskani.
Paul A. Volcker: Federal Reserve System (Merkez Bankasi) Baskani.
John C. Whitehead: Brookings Institution baskani (CIA yan kurulusu)
NYC, AEA investor.
Paul D. Wolfowitz: John Hopkins Ünv Dekani, Ileri Uluslararasi
Iliskiler (CIA).
Robert B. Zoellick: Stratejik ve Uluslararasi Iliskiler Merkezi
baskani.
M. Benjamin Mortimer: US News, World Reports, NY Daily News, Atlantic
Montly Baskani ve yöneticisi, pek çok medyayi kontrol etmekte.

Eski ve Yeni Dünya Düzeninde gizli cemiyetlere kısa bir bakış

Dünyanın kurulusundan beri insanlar sosyal sistemler içinde belirli
bir güç arayışında olmuşlardır. Belirli sosyal sınıflarda ve özellikle
16-18. yüzyıldan sonra yönetici sınıfı teşkil eden üst burjuvazide
belirli mevkilerin dağılımı arz-talep dengesine uygun olmamaya
başlamıştır. Ayrıca kilise ve din baskısına karsı da, farklı ve daha
açık görüşlü düşünceye sahip insanlar farklı örgütlenmeler içine girme
ihtiyacı duymuşlardır. Bu yüzyıllarda eski mistik gizli cemiyetlerin
de törelerini ve yöntemlerini kullanan yeni yapılanmalar görmekteyiz.
Masonluk ve ILLUMINATI bu özellikleri fazlasıyla içermektedir.

Aslında gizli cemiyetler büyünün ve ayinlerin başladığı çok eski
dönemlere kadar gider ve pek çok gizli cemiyetin kurulusu Mısırlılar
ve Mezopotamyalılar zamanına kadar uzanmakta, Sümer ve Akanlara, 5000
yıl önceye gitmektedir. Ama ilk gizli cemiyetlerin temel çıkış noktası
din ve Tanrı ile bütünleşme çabasıdır. İlk gizli cemiyetleri
oluşturanlar da zaten samanlar, din adamları ve ruhban sınıfı
olmuştur. Zoroastrianizm, Mithraism, Pitagorasçilik, Neo-Platonizm,
Kabalizm, Sufism, Batıniler (Hasan Sabbahin gizli cemiyeti), Tapınak
ve Malta Şövalyeleri ve Gül Haç örgütü ve daha binlercesi Mısır,
Mezopotamya ve Ortadoğu'da kendi inanç, sembolizm ve ritüel sistemleri
ile yoğrulmuşlar ve yıllarca birbirlerinden etkilenerek Rönesans
dönemine kadar ulaşmışlardır. Burada söz konusu olan masonik
cemiyetlerdir, ama burada hedefimiz tüm masonları ve masonik
aktiviteleri kötülemek değildir. Yüzlerce kola ayrılmış olan masonluk
kendi alt kültürü içinde bazı masonik olguları ve yapıları da
beraberinde getirmiştir. Masonluğun tarihte insanlara olumlu etkileri
de olmuştur. Öncelikle 18. yüzyıl öncesi Anderson Anayasasından önceki
masonların pek çoğu aydınlanmacı ve bilimsel kişiliği ön plana çıkan
kişilerdir.

Varlığı halen tartışılan Gül Haç (Rose Croix) örgütünün de masonluğun
farklı bir devamı olduğu, hatta 1614lerde kiliseye karsı İngiltere'de
manifestolar verdiği de söylenir. Rose Croixda bulunduğu ve büyük
üstatlık yaptığı söylenen bazı kişileri son yıllarda bulunan
parşömenlerdeki kayıtlarına ve Holly Blood and Holly Grail (Kutsal
Kan, Kutsal Kase) isimli kitaptaki bilgiye göre sayalım isterseniz
(Baigent 1983). Leonardo da Vinci (1510-1519); Robert Boyle
(1654-1691); Isaac Newton (1691-1727); Charles Radclyffe (1727-1746);
Victor Hugo (1844-1885); Claude Debussy (1885-191 . Daha pek çok ünlü
isim mevcut bu gizli masonik örgüttedir! Bu örgütün de farklı bir
masonik örgüt olarak faaliyetlerini halen dünyanın herlerinde
sürdürdüğü iddia edilmektedir. ILLUMINATIye de bir kol veren grubun
Gül Haç teşkilatı olduğu düşünülmektedir.
Bu gizli cemiyetlerin hepsi tarihte olumsuz etkiler yapmamıştır,
aksine Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Cemiyeti Fransız İhtilali ve
Amerikan Devriminin örgütlenme yapısını ve temel kardeşlik, eşitlik
felsefesini oluşturmuş, devrimlere ideolojik bir ağ örmüştür. Fransız
İhtilalinin pek çok kahramanı masondur. Kuzey Amerika'ya masonluk
1730larda gelmiştir. Benjamin Franklin 1731de mason olmuş ve 1734de
Pennsylvanianin Büyük Üstadı olmuştur. Rose Croixlarin (Gül Haç) üçlü
konsülünde yer almıştır. George Washington 1752de masonluğa alinmiş
1789da da Başkan olmuştur. Amerikan başkanlarının büyük çoğunluğu
masondur. Masonik örgütlerin pek çoğu Türkiye'de de adi çok
tartışılanTapınak Şövalyelerine dayanır.
Tapınak şövalyeleri

Tapınak şövalyeleri, Haçlı seferleri sırasında Hugues de Payen isimli
soylu bir şövalye tarafından 8 diğer şövalye ile birlikte 1119da
kurulmuştur (Baigent 1983; Barret 1999; Draul 1989). Bu dönem Hasan
Sabbahin ve Batinilerin etkisinin bitmek üzere olduğu bir dönemdir.
1099da Kudüs alininca, Tapınak şövalyeleri buraya giden hacıları ve
Avrupalıları korumak için devreye girdiler. Resmi olarak Troya konsülü
tarafından 1129da Isanin Fakir şövalyeleri ve Süleyman Tapınağı
Tarikatı olarak kuruldular. Tapınak şövalyelerinin şayisi hızla arttı,
1130da 300 kadar Tapınak şövalyesi Kudüs civarına vardı. Tapınak
şövalyesi olabilmek için kilise karsısında fakirlik yemini etmek,
bekaret ve kiliseye itaat basta geliyordu. Görevleri din adamlarını ve
Kudüme gidenleri korumaktı. Sayıları arttı, Ana doluda ve Kudüs
civarında kendilerine kaleler insaf ettiler ve kendilerine ait bir alt
kültür kurdular. 1139da başarılarından dolayı Papa Innocent II onlara
tam bağımsızlık tanıma hatasında bulundu. Krallar ve soylular da
hoşlanmamalarına rağmen mecburen Tapınak Şövalyelerine toprak ve
toprak kirası alma hakki tanıdı. Böylece sayilari binleri asti ve hem
Ana doluda hem de deniz kenarindaki diğer bölgelerde kaleler insaf
ettiler ve duvarci ustasi anlamina gelen ilk masonik aktivitelerine
baslamis oldular. Zamanla soyulmaktan korkan hacilara yardimci olmak
için onlarin degerli esyalarini muhafaza etmeye, ilk seyahat çeklerini
ortaya çikarmaya basladilar. Tabii gizli bazi isaretler tasimasi
gereken bu yazili kagitlardaki semboller yüzyillardir bölgedeki mistik
akimlardan etkilendi ve onlarin alt kültürleriyle bütünlesti.

Tapinak Sovalyelerine üye özel olarak seçilir, tarikata kabul
edilirler ve çok farkli bir egitimden geçirilirlerdi. Bu sirada Arapça
ögrenip, eski Yunan eserlerini okumaya basladilar. Bankerlikle ve
ticaretle de çok zenginlestiler. Papalik ve Fransiz krali onlarin
gücünün azaltilmasi gerektigini sonunda anladilar, çünkü hermetizm,
alkemi (simya) ve bilimle de ugrasan bir alt kültür yaratmislardi.
1307de Papa Clement Vin emri ile bazi Tapinak Sovalyeleri geri
çagrildilar, büyücülükle suçlandilar, iskence gördüler ve yakildilar.
1314de Tapinak Sovalyelerinin büyük üstadi Jacques de Molay Pariste
bir kaziga çakilarak yakildi. Bunun üzerine geri çagrilan Tapinak
Sovalyeleri Iskoçyaya kaçtilar ve orada operatif masonlugu kurdular ve
Anadoludaki, Kudüsteki kaleleri ve merkezleri ile haberlesmeyi
sürdürdüler. 36sinin haricindeki Tapinak Sovalyelerini
yakalayamadilar. Özellikle suçlama büyü, hermetizmle (ilk kaynaklari
astroloji, astrolojiye dayali hekimlik ve büyü olan, I.S. II ve III
yüzyilda ise Stoaciligin ve Platonculugun, Zerdüst dininin de da
damgasini tasiyan, Hristiyanligini Mesih anlayisini reddeden, Bati
mistisizminin esasini olusturan bir felsefe ve din) ve alkemi ile
ugrasmalari, maddi güçlerini Papaligin hizmetine sunmamalari ve
Papaliga garip gelen sembolik ve allegorik ritüelleriydi. Bu
ritüellerde söylenen sözler ezberleniyordu ve yazili degildi ve ne
yaptiklari belirsizdi, kliseye karsi ayaklaniyor olabilirlerdi.
Avrupada büyük bir olasilikla Tapinak Sovalyeleri daha sonraki
yüzyillarda farkli örgütler olarak devam ettiler, bunlarin en önemlisi
asagida açiklayacagimiz Rose Croix (GÜL HAÇ) örgütüdür.

Rose Croix (Gül Haç örgütü)
1188de Prieree De Sion MS 46 yilinda kurulan ORMUS (inisiye edilenler
tarikati veya tekris edilenler tarikati) isimli tarikatin bir adinin
da lOrdre de la Rose-Croix Veritax oldugu, bir rivayete göre de Isanin
çarmihtan inip bu tarikati kurdugu söylense de, Dames Frances Yatese
göre ilk ismine 1614de yayimlanan Fama Fraternatisde, Confessio
Fraternatis ve The Chemical Wedding of of Christian RosenKreuz da
rastlanir. Bu devirde yazilan ve Rosy Cross Manifestolari olarak
bilinen üç eser bir Hiristiyan olan Rossy Crossdan ve allegorik bir
efsaneden ve bir manifestodan bahseder. Almanyada 1378de dogan Rosy
Cross Anadoluya ve kutsal topraklara gitmis 106 yasinda 1484de
ölmüstür. Bu eserler simya ile, gizli bilimle ve tipla ugrasan kliseye
karsi olan gizli bir toplulugun varligindan dem vurur. Eserlerde
masonik sembolizm ve dolayli anlatim kullanilir. Bu yazilarda
belirttigimiz gibi Boyle ve Leonardo da Vinciden, Isaac Newtona kadar
pek çok bilim insani bu gizli örgüte üye olmus ve bu örgüt sayesinde
kendini gelistirmistir. Örgütün tüm özellikleri masoniktir ve Tapinak
Sovalyeleri ile iliskileri olduguna kesin gözüyle bakilmaktadir. Daha
sonra ABDye masonlugu getiren kisiler ve Benjamin Franklinin kendisi
bile Gül Haç örgütünün iç çekirdegindendir. Manifestolar insanlik için
çalisan kardeslik ve iyiligi yayma motiflerini isler, Fransiz Ihtilali
ve Amerikan ihtilalinde de gelisen devrimci masonik örgütlenme Rose
Croix ile içiçedir.

Gül Haç isminin de çok sembolik bir anlami vardir (detaylar için
Baigent 1983 ve Barret 1999) Rose Croix ayrica pek çok yönü ve mistik
islevi ile Kabalizmle içiçedir, bu da hem Yahudilerden hem de konuyu
isleyen Tapinak Sovalyelerinden geçmis bir gelenektir. 1623de Gül Haç
örgütü Pariste çok yaygindi ve bazi üyelerinin görünür, bazi
üyelerinin de görünmez oldugu ve görünmez olanlarin seytanla isbirligi
içinde oldugu dedikodusunu dogurmustur. 1640larda Avrupa ve
Ingilterede pek çok Rose Croix örgütü mevcuttu ve Ashmole ve Lilly
tarafindan Londrada 1646da kurulan bir locanin Hür ve Kabul Edilmis
masonlugun, Tapinak Sovalyeleri ile birlikte temeli attigi iddia
edilmistir. 17. Yüzyildan sonra Gül Haç örgütü masonluktan daha gizli
ve daha ölümcül bir biçimde devam etmis ve bir kola ayrilarak
ILLUMINATIyi olusturmustur. Rose Croix o kadar gizlidir ki, halen
sürüp sürmedigi bile resmi olarak bilinmemektedir. Seytana taparlar
mi?

Bu konuda belirsizdir, ama 20. yüzyilin basinda GOLDEN DAWN (ALTIN
GÜNDOGUMU) isimli koyu okkült, kara büyü ve satanizm örgütünü kuran
Aleister Crowleyin Rose Croix örgütünden oldugu iddia edilmektedir,
ayni zamanda Crowley Hür, Kabul Edilmis Masonlar Locasinda Büyük
Üstadlik yapmis, Skoç ritinde de 33. derece mason olmustur.


Yaptigim arastirma ve incelemelerden çikardigim sonuç, Rose Croix
örgütünün hiç bir zaman yok olmadigidir. Fakat baska örgütler
dogurmaya devam etmistir. 16. yüzyildan beri gerek masonlugun, gerekse
ILLUMINATInin ve Skulls and Bones Societynin dogusunda etkin rol
oynamistir. Ama Hür ve Kabul Edilmis Masonlar resmi ve kanuni bir
dernek olmasina karsin, ne ILLUMINATI ne de Rose Croix ortaya çikip
kendini gösteren birer dernek degildirler ve masonlugu kendilerine üye
çekmek için bir havuz olarak kullanirlar. Yani daireler içiçedir. En
içteki dairede ve çelik çekirdekte hangi mistik gizli örgütün
yüzyillarca etkili oldugu meçhul kalmistir.

Illuminati

Illuminati 1 Mayis 1776 da Adam Weishaupt tarafindan Bavyera-Almanyada
kurulmustur. Adam Weishaupt Ingolstadt Üniversitesinde hukuk profesörü
iken masonik egilimlere merak sarmis ve bir gizli örgüt kurmustur. Ama
hükümete karsi bazi hareketler de içeren yayinlari nedeniyle 1786da
polis tarafindan basilmis ve ondan sonra da tamamen yer altina
inmistir. Illuminatinin daha sonra çok güçlendigi ve 1833de Yale
Üniversitesinde General William Russel tarafindan Skulls and Bones
Society (SBS) olarak kuruldugu rivayet edilmektedir (Marrs 2000;
Sutton 1986). Yani bir rivayete göre SBS Illuminatinin ABDdeki
devamidir. ILLUMINATInin Rose Croix örgütü ile direkt iliskisi oldugu
bilinmektedir. Hangi ülkede birlesik çalisirlar, hangi ülkede
farklidirlar ve ayrilirlar bilinemez. Bu gizli örgütlerin terör
örgütlerinden özde pek bir farki yoktur; terör örgütleri bomba ve
silahla terör ve anarsi yaratirlar. ILLUMINATI, SBS, CFR ve benzerleri
ise sadece anarsi ve kaosu yani ORDO AB CHAOSu (kaostan düzen) imza
yetkisi, uluslararasi strateji, paranin kontrolü ve mafyanin indirekt
kontrolü ile yaratirlar.

Illuminati adini ve üyelerini inanilmaz bir sir gibi saklayan ve
ölümcül bir kurulustur. Bugün hemen her ülkede mevcuttur. Özel egitim,
tören ve alt kültürlerden gelmeyenler Illuminatiye kabul edilmezler.
ABD baskanlarinin pek çogu Illuminatiden ya icazet alirlar ya da
üyesidirler. Bu gizli örgüte ihanet edenlerin cezasi kayitsiz sartsiz
ölümdür. Illuminatinin NATO ile veya Gladyo gibi yeralti örgütleri ile
de iliskisi oldugu sanilmaktadir (Domhoff 1974, 2000; Sutton 1986,
1988, 1990; Marrs 2000; Ross 2000; Marrs 2001)

Skulls and Bones Society (Kuru Kafa ve Kemikler Örgütü-SBS)

Baba ve ogul George Bushun üyesi oldugu SBS, merkezi Connecticut Yale
Üniversitesinde olan çok gizli bir cemiyettir (Ironhouse 2002; Sutton
1986). Her yil sadece bu örgüte 15 kisi girebilir, ama bu 15 kisi daha
sonra ABDde en kilit noktalara getirilir, ayrica akrabalari ve
dostlari da bu elitizmden paylarini alirlar. Sayilari az olmasina
ragmen etkileri fazladir ve bir çember içindeki merkez usulüyle
çalisirlar, yani bir çemberdeki çesitli noktalarin kontrolü bir SBS
üyesinde ise, onlar için sorun çözülmüstür, bu nedenle üyelerini
yönetici ve etkin çemberlerin merkezine koyarlar. Tabii ki ILLUMINATI,
Rose Croix (Gül Haç), Trilateral Komisyon ve CFR ile ile direkt
iliskileri vardir.

Her ikisinin de gizli Rose Croix örgütü ile iliskisi vardir. Alphonso
Taft daha sonra ABD baskani ve SBS üyesi olan William Howard Taftin da
babasidir. SBSnin son 150 yilda 2500den fazla üyesi olmustur. SBS Yeni
Dünya Düzeninin temel ideologlarindan biridir (Bohemian Grove ve CFR
ile birlikte). Elimizdeki ilk kayitlar Haziran 1882ye aittir.

Bu gizli cemiyete girebilmek ancak davetle mümkündür ve inisiasyon
töreni masonlarinkine çok benzer. Fakat tüm ritüeller ve yapilanlar
gizlidir, kimse disariya bilgi sizdiramaz. Inisiasyon törenlerinde
denekler çirilçiplak ******p bir tabuta girerler, bu tabuttan
çiktiklarinda yeniden dogmus sayilirlar. Birbirlerini özel tanima
yöntemleri vardir. Son yüz yilda SBS üyeleri ABDde en kilit noktalara
gelmislerdir ve özellikle belirli ailelerden seçilen kisiler özenle bu
gruba alinir. Bu cemiyete girebilmek için temel özellik WASP olmaktir
(White:Beyaz; Anglo Sakson ve Protestan). Baska irka veya geçmise
mensup baska dinden olanlar bu yapiya giremez.
SBS ABDde pek çok kilit noktaya gelmis insanin yer aldigi bir cemiyet
olmustur. 6-7 kusak öncesinden Anglo Sakson ve protestan olmasina çok
dikkat edilir. SBSnin temelinde bir çelik çekirdek iç hücre, etrafinda
daha büyük bir çember, onun etrafinda da daha dis bir yapilanma
vardir. Chapter 322 ismi ile de anilan iç merkezin direkt olarak
merkezde olmak kosuluyla Trilateral Komisyon, CFR, Bilderberg,
Atlantik Konsül (Bir round table masonik grubu), Bohemian Grove (veya
Bohemian Club), Pilgrem Society, ve SBSnin dis gölge örgütleri (yani
üye almak için havuz olusturduklari yan klüpler vardir) (Marrs 2000;
Marrs 2001; Sutton 1986, 1988, 1990).

ABDye yerlesen ve pek çok tüketim aracini kontrol altindan tutan ve
etkin ailelerden SBSye üye verenlerden bazilari sunlardir (çok uzun
süredir bu ailelerin mutlaka bir kaç ferdi SBS üyesidir):

Whitney Ailesi ( yerlesim 1635, Watertown, Massachusets),
Perkins Ailesi ( yerlesim 1631, Boston Mass.),
Stimson Ailesi (yerlesim 1635, Watertown, Mass.),
Taft Ailesi (y. 1679, Braintree, Mass),
Wasdworth Ailesi (y. 1632, Newtown, Mass.),
Gilman Ailesi (y. 1638, Hingham, Mass.)
Payne Ailesi (Standard Petrolün sahibi),
Davison Ailesi (J. P. Morgan ve sirketinin sahibi, her iki dünya
savasinda da etkili olmuslar ve büyük paralar kazanmislardir),
Pillsburr Ailesi (Un ticareti),
Sloane Ailesi (Ticaret ve parekende satisiin dev ismi),
Weyrhauser Ailesi (Kereste ve orman ürünleri tröstü),
Harriman Ailesi (Demiryolu Krallari),
Rockefeller Ailesi (Standard petrol, Chase Manhatten Bank ve binlerce
sirketin sahibi CFR, Trilateral Komisyon ve Bilderbergin basindaki
aile),
Lord Ailesi (y. 1635, Cambridge, Mass.),
Bundy Ailesi (y. 1635, Boston, Mass.),
Phelps Ailesi (y. 1630 Dorchester, Mass.),
Bush aileleri (Baba Bush CIA ve ABD baskani, ogul Bush bu örgütlerin
bir entrikasiyla ABD baskanligina getirildi, her ikisi de SBS üyesi).

SBS toplumdaki hemen her yapiya girmistir. Bunlarin içinde Beyaz
Saray, Yüce Divan, Medya, Is ve Endüstri, Federal Banka sistemi, Kanun
yapici kurullar, Mahkemeler vb vardir. SBSnin temel ideolojisi Anglo
Sakson ve Protestan beyazlarin dünyadaki hakimiyetini saglamaktir,
ideolojisi oldukça fasistir ve her iki dünya savasinda da bu cemiyet
çok önemli roller oynamistir. Bohemian Grove ve CFR ile birlikte
Skulls and Bones Society Yeni Dünya Düzeninin yaraticisidir (Marrs
2000; Marrs 2001; Sutton 1986, 1988, 1990; Ironhouse 2002).

Bohemian Grove (Bohemian Klübü)
Bohemian Grove (BG) ayni Skulls and Bones Society gibi gizli amaçlar
ve yöntemler için 1880lerde Kaliforniyada kurulmus bir cemiyettir.
Üyeleri, törenleri, ritüelleri ve ne yaptiklari çok gizli tutulur.
Merkezdeki çiftlik ayni anda yüzlerce kisinin hafta sonu
toplantilarina katilabilecegi niteliktedir. ABDnin hemen her
eyaletinde tapinaklari vardir. Sembolleri BAYKUStur. Ritüellerde
baykusa hitap edilir ve bir fetis olarak baykus motifi kullanilir.
Bohemian Grovea üye olanlar baska masonik klüplere de üye olduklari
için bu rituellere ve sembolizme ali*****rlar.

1970li yillarda en kilit noktadaki ve zengin 1000 civarinda üyesi olan
Bohemian Grove üyelerinin ünlülerinden bazilari sunlardi (Domhoff
1974):

Dwight David Eisenhower (ABD baskani),
Herman Wouk,
Robert Kennedy (ABD Baskan adayi),
Johson (ABD Baskani),
Richard Nixon (ABD Baskani),
Gerald Ford (ABD Baskani),
Ronald Reagen (ABD Baskani),
Bill Clinton (ABD Baskani),
Nelson Rockefeller,
David Rockefeller,
Henry Kissenger,
Edgar Kaiser (Kaiser Industries baskani),
Henry Morgan (J.P. Morgan Sirketi),
Charles Morgan (J.P. Morgan Sirketi),
Neil Armstrong (aydan döndükten sonra katilmistir)



Hoover Enstitüsünün bazi ileri gelenleri,

Wernhern Von Braun (Alman roket ve uzay bilimcisi),
David Sarnoff (Isadami),
Senator Robert Taft (Taft ailesinin SBS ile yakin ilgisini
hatirlayiniz!),
Lucius Clay,
American Express,
Standard Brands,
Int. Investment Corporation baskani, ,
Earl Warren (Yüce Divan üyesi),
Kalifornia valisi Goodwin Knight,
Kalifornia valisi Pat Brown,
Baskan Herbert C. Hoover (1913te klube katilmistir),
Rudolph Peterson ( Bank of Amerikanin eski baskani),
Melvin Laird (eski Savunma Bakani),
William Rogers (Eski CIA baglantili Devlet Bakanligi sekreteri),
Francis Baer (United California bank eski baskani),
Stephen D. Bechtel: J.P. Morgan sirketi direktörü,
Gilbert Humprey(: National Steel, General Electric, Texaco, National
City Bank of Cleveland, Sun Life Insurance direktörü, Lewis Lapham):
Mobil Oil,
Heinz, TriContinental Corp. Baskani),
Edmund Littlefield): Wels Fargo Bank, Hewlett-Packard, General
Electric eski baskanlarindan),
Leonard McCollum ( Morgan Trust, Capital National Bank eski baskani)

Dikkat ederseniz Bohemian Grove hem çok zengin hem de en kilit
noktalardaki elitlerin olusturdugu daha üst ve çok daha gizli bir
seçkin klübüdür (Daha detayli listeler ilerideki çalismamizda
yayimlanacaktir, yer tutmamasi açisinda sadece bazi kritik
görevlerdeki kisileri verdik). Dikkat edilirse en fazla ABD baskani
üyesi olan klüp Bohemian Grovedur. ABDde kaldigim 7 yil boyunca her
gittigim kütüphanede ve kitapçida bu klüple ilgili bilgi aradim. Bu
konuda sadece William Domhoffun yazdigi bir kitap ile bir kaç makale
geçti elime. Düsünün 1000e yakin ABD eliti sürekli bir hafta sonu
Californiada veya diger eyaletlerdeki çiftiklerde toplanip kadinli,
erkekli törenler yapiyorlar ve gizli ritüeller uygulaniyor, inisiasyon
törenleri yapiliyor; insanlar komik komik kiliklara veya durumlara
giriyor çesitli dramalar ve roller oynuyorlar.

Bunlara bir sürü hizmetçi hizmet ediyor, bir sürü polis bunlari
koruyor, bir sürü kisi bu klübe geliyor ve bu klüp 1880den beri var.
ABDde elime geçen pek çok kütüphanenin veritabaninda bu klübe ait
bilgi aradim, ama çok sinirli bilgiye ulasabildim. Halbuki masonlukla
ilgili kitaplar heryerde satiliyordu. Benzer sekilde Skulls and Bones
Society (SBS) konusunda da elime geçebilen kitap sayisi bir avuçtur.
SBS de Bohemian Grove gibi çok gizli bir örgüttür. Bu örgütleri ABDde
sordugum hiç bir Amerikali bilmiyordu. Üstelik bu kitapta diger
örgütlerle ilgili listeleri yayinlayan kitaplar veri tabanlarindan
çikarilmisti, elimdeki kitaplarin çoguna direkt yazarlarina ulasarak
eristim. Neden ve nasil saglanir bu gizlilik bunu anlamaya imkan yok!
Bu gizliligin tek hedefi olabilir, törenlerde ve toplantilarda çok
ciddi bazi kararlarin alinmasi.

Örnegin atom bombasi projesinin kararinin verildigi yerin, siklotronu
ilk kurgulayan Prof. Ernest O. Lawrencea bu kararin verdirildigi yer
olan Bohemian Grovedur (Nuel Pharr Davis, Lawrence and Oppenheimer,
New York: Simon and Schuster, 196 . Vietnama savas açilmasi kararinin
verildigi yer de Bohemian Grovedur. Kaliforniyadaki çiftlikte bazi
zamanlarda ciddi güvenlik önlemli toplantilar yapilir. Çiftlik San
Fransisconun 65 mil kuzeyindedir 300-500 kisiyi barindirabilecek ve
anayoldan ulasilamayacak, ancak bilenlerin helikopterle veya arazi
araçlari ile gidebilecekleri bir alanda tüm çevre yerlesim
merkezlerinden uzaktadir ve çok yogun koruma altindadir. Bu ana
merkezin haricinde baska sehirlerde de merkezleri vardir. Bohemian
Grove üyeleri belirli araliklarla toplanip klasik ritüelik törenlerini
yaparlar. Törenleri bir rahip ile bir rahibe yönetir. Törenlerde
genellikle allogerik ve yukarida tanimini yaptigimiz sembolik dramalar
oynanir, fakat törenlerle ilgili yazilanlar da çok sinirlidir.

Bohemian Groveun merkezinin bu kadar izole olmasina karsin, Bohemian
Grove SBS, Pilgrem Society, Rotary Club gibi masonik cemiyetlerle iç
içedirler. Bir söylentiye göre BGdan icazet alamayan bir istihbarat
örgütünün basina getirilemez, baskan seçilemez; devletle ilgili pek
çok önemli karar buradaki toplantilarda verilir. Üyeleri yukarida
saydigimiz gibi en kilit noktalardaki kisilerden olusur; örnegin 1991
de BGda olup da ayni zamanda önemli sirketlerde yönetici olanlarin
sayisi söyleydi: Bank of America 7 direktör, Pacific Gas and Electric
5 director, AT-T 4 direktör, First Interstate Bank 4 direktör,
McKesson Corporation 4 direktör, Ford Motors 4 direktör, General
Motors 3 direktör, Pacific Bell Telephone 3 direktör. Ayrica pek çok
istihbarat örgütünün baskanlari veya üst düzey yöneticileri de BG veya
SBS üyesidir. BG, SBS ile birlikte 1880ilerden beri Yeni Dünya
Düzeninin ideologudur ve bu cemiyetlerdeki kisilerin çogu ise
Bilderberg, Trilateral Komisyon ve CFRda yer alirlar. 1974teki
Domhofun kitabinda belirtildigi üzere Bohemian Grovea üye olan
azinlik, ABDdeki o tarihteki tüm mallarin yaklasik yüzde 30-40ina,
özel sektörün tüm servetinin yaklasik yüzde 70-80nine sahipti.

CFR, Trilateral Komisyon ve Bilderberg örgütleri

Diger masonik örgütlerin iç çatisi ve yapisi altinda CFR, Trilateral
Komisyon ve Bilderberg günümüzün BÜYÜK AGABEYI haline gelmistir.
CFR (Council on Foreign Relations-Dis Iliskiler Konseyi)

Clinton, Antony Lake, Al Gore, George Bush, Warren Christopher, Colin
Powell, Les Aspin , James Woolsey (CIA direktörü) gibi isimlerin CFR
(Council on Foreign Relations-Dis Iliskiler Konseyi) isimli bir
komisyona kayitli olmalari herhalde okuyucuyu bunca bilgiden sonra
sasirtmaz. Ama dünyadaki en ciddi karar mercilerine gelenlerin bagli
olduklari bir örgüt olmasi herhalde dogal karsilanabilir, üstelik
bunlarin bazilari BILDERBERG veya Skulls and Bones Society
üyesidirler. Yani hiç kimse hak ettigi ve olmasi gerektigi için bir
pozisyonda degildir Yeni Dünya Düzeninde. Ipleri ne kadar iyi
oynatabildigi, ne kadar sir tuttugu ve bu örgütlere ne kadar bagli
oldugu önemlidir onlar için.


Globalizasyon ideolojisinin Bohemian Grove ve Skulls and Bones Society
gibi masonik örgütlerden daha az gizli bir bransi olan CFR 21 Temmuz
1921de New Yorkta kurulmustur (Ross 2000; Marrs 2000). Zaten
yüzyillardir ülkü piramiti, Süleyman mabedi, tek hükümetli dünya,
Sionun ogullarinin vaad edilmis birlesik kralligi, evrensel kardeslik
gibi fikirleri savunan gizli cemiyetlerin bu ideolojisini ilk harekete
resmi olarak geçiren kurulus CFRdir. Globalizmin gizlilikten çikip
dünyaya ilani CFRin kurulusu ile baslamistir. 1917de Baskan Wilson
savas sonrasinda yüze yakin elit adamini toplamis ve global baris (!)
planlari yapmislar ve Wilsonin bilinen on dört nokta teorisini 8 Ocak
1918de kongreye sunmuslardir. Bu plan özünde tüm ekonomik sinirlari
kaldirmayi amaçlayan ve ABD sermayesini tüm dünyaya hakim kilmaya
yarayan bir plandi. Ama 1919da Paris Baris Görüsmelerindeki Versailles
anlasmasi Almanyaya agir kosullar koymustu.


30 Mayis 1919da Parisin Majestic otelinde toplanan Ingiliz ve Amerikan
delegeleri bir Uluslararasi Iliskiler Enstitüsü kurmaya karar
verdiler. Bunun adi daha sonradan Ingilterede Royal Institute of
International Affairs oldu. 21 Temmuz 1921de de ABDde CFR gizli
kosullar altinda kuruldu, 1945e kadar merkezi New Yorktaki Prat House
oldu (Halen merkezi burasidir: The Harold Pratt House, 58 East 68th
Street, New York, NY 10021). Bu bina Rockefeller tarafindan
bagislanmisti. CFR üyelerinin büyük çogunlugu New York ve Washington
D.C.de yasayan elitlerden olusuyordu. Daha ziyade New York ve
Washington, D.C.de yasayan elitlerden olusan CFRin bugün finans,
komünikasyon, akademi, istihbarat, teknoloji alanlarda en etkin
konumlarda bulunan 3300 üyesi mevcuttur. Bu sayi bir zamanlar 1600 ile
sinirliydi. Özellikle tüm CIA, DIA, DEA ve baska istihbarat sefleri bu
örgütün de elemanidir ve CFRin ilkelerinden disari çikamazlar. Ilk
üyeler arasinda New York senatörü Colonel House, Devlet Bakanligi
Sekreteri John Foster Dulles, CIAda uzun süre çalismis Allen Dulles,
kurucu baskan milyoner John W. Dawis ( J. P. Morganin
finansörlerinden) vardi. CFR için ilk para John D. Rockefeller,
Bernard Baruch, Jacob Schiff, Otto Kahn, Paul Warburg gibi
milyonerlerden geldi. Bugün CFR için finans su kuruluslardan gelir:
Xerox, General Motors, Bristol-Myers-Squip, Texaco, Alman Marshal
Fund, McKnight Vakfi, Ford Vakfi, Andrew Mellon Vakfi, Rockefeller
kardesler vakfi, Starr Vakfi vb. CFR yönetim üyeleri bugün dünyadaki
her ise burnunu sokan ve ekonomik kontrolü amaçlayan kurum, vakif,
enstitü ve gizli örgüt ile içiçedir.

CFR Ikinci Dünya Savasinda çok önemli bir rol oynamistir. Yayinladigi
Foreign Affairs isimli dergi ile de çalismalarini tüm dünyaya duyurur.
CFR her ne kadar gizli olmayan bir görünüme sahip olsa da, bu gerçek
degildir. CFR, SBS, Bilderberg gibi çok gizli bir örgüttür. Her yil
hazine sekreteri, CIA veya NSA yöneticileri ile çok gizli, halka açik
olmayan toplantilar yapar. Normal kosullarda CFRin anayasaya bile
aykiri oldugu iddia edilmisse de bunu yargilayacak olan Anayasa
Mahkemesi veya Yüce Divan üyelerinin büyük çogunlugu da CFR üyesidir.
J.P. Morgan ve Rockefeller gibi devler CFRye büyük paralar yatirirlar,
ama isadamlarina devletin güvenlik sirlari hakkinda brifing
verilmesini kimse anlayamaz ve anlatmakla bitip tükenmeyen Amerikan
demokrasisinin neresine koyacagini bilemez. Bu demokrasi ise neden hiç
bir sey halka ve basina açiklanmamaktadir? Orasi da pek anlasilamaz.
Gerçi basina açiklansa da farketmez, çünkü CFR tüm medyayi kontrol
eder. 1988den beri 14 devlet bakani, 14 hazine bakani, 11 Savunma
bakani ve bir sürü federal büroya ait görevli CFR üyeleri arasindan
seçilmistir. Özel sirketlerin devletin bu kadar içine girmesi nasil
demokrasi ve hukuk sistemi ile bagdasir bunu J.P. Morgana ve
Rockefellera sormak gerekir tabii. Dullestan beri her CIA direktörü,
örnegin Richard Helms, William Colby, George Bush, William Webster,
James Woolsey, John Deutsch, ve William Casey hep CFR üyeleri
arasindan seçilmislerdir. Ne isi vardir Rockfellerin kurdugu bir
konsülde halkin ulusal güvenligini korumakla görevli onca insanin?
Hukuk ülkesi ve demokrasinin besigi oldugu iddia edilen Amerikanin bu
gerçeklerini Amerikalilarin çogu bilmez, onlar kredi karti borçlarini
ve ev taksitlerini ödeyip, evde patlamis misir yiyerek biralarini
içerler. ABDli pek çok yazar CIAin Amerika ve Amerikan halki için
degil, CFRin dostlari ve gizli iliskide oldugu dernekleri için bilgi
topladigini dile getirmisler, ama komünistlikle suçlanmislardir.

CFR bu isadamlarinin istedigi kisileri hep yükseltmis en üst ve
dokunulmaz noktalara getirmistir. Bunun en güzel örnegi siradan bir
akademisyen olan ve David Rockefeller ile tanistiktan sonra sansi
açilan Henry Kissenger olmustur. Clinton döneminde de tüm devlet
yetkilileri CFR üyeleri arasindan görevlendirilmis neredeyse yurt
disina yollanan büyükelçilerin yarisi CFR içinden seçilmistir.
Baskanlarin seçiminde de ayni yol izlenmektedir, seçmenler bir CFR
üyesi ile öteki arasinda tercih yapmak zorunda birakilmaktadirlar,
zaten Demokrat Parti ile Cumhuriyetçi Parti birbirinden çok farkli
degildir ki! CFRin gizli raporlarindan ve konferanslarindan birinde
söyle denilmektedir (Ross 2000):
Silahsizlanma, Amerikanin bagimsizligi ve bu bagimsizligin tek dünya
hükümetine dönüsmesi CFRnin 1551 üyesinin yüzde 95ine 1975te
açiklanmistir. CFRnin üyelerin yüzde 75ine açiklanmamis ve yazilmamis
iki amaci daha vardir. Bu olusumun hedefleri size biraz garip
gelebilir, bunlari biraz tartisalim.

Bu inancimizin temelinde yatan, monopolistik kapitalizmin dünyanin her
yerindeki farkli para birimlerini, banka sistemlerini kredi ve üretim
sistemlerini, temel kaynaklarini tek hükümetle kontrol edilebilir hale
getirmek ve aydinlatilmis dünya sistemindeki üstünlügümüzü kendi dünya
ordumuzla temin etmektir.

Kendi kurdugu dünya ordusu ile tüm dünyadaki kaynaklari ve para
sistemini kontrol edip, tüm kaynaklara el koyacakmis. CFRin amaci
buymus! Skulls and Bones Societynin 1880lerdeki fasist ideolojisinin
bir devamidir bu! Bu mentalite bugün Ortadoguyu bir ordu indirerek
kontrol altina almak
istemektedir.



CFRin gizli bir organizasyon olmadigini söyleyenlere de CFRin 1992
yillik raporundan bir cümle ile yanit verelim. Sayfa 21: Tüm
toplantilardaki konusmalar ve açiklamalar bu toplantilar disinda
kimseye açiklanamaz! (Ross 2000). Ayni raporun, 122, 169, 174, 175 ve
176 inci sayfalarinda da bu gizlilik sürekli tekrarlanmakta ve
gizlilik bozulup da medya veya birisine bir bilgi sizdirilirsa nasil
cezalandirilacagi ima ediliyor. Daha önceki masonik ilkelerin tümünün
uygulandigi bir örgütlenmedir CFR. Ayrica CFRin ve gizliliginin ve
fasist ideolojilerinin ABD anayasina aykiri oldugu defalarca
zikredilmistir.

IMF ve Dünya bankasi da CFRin tamamen etkisi ve yönetimi altindadir
(Ross 2000; Sklar 1980). Geri kalmis ülkeleri fakirlestirmek ve
ekonomilerini yoketmek yolunda IMF, CFRin emirleri dogrultusunda
çalismaktadir.

Bilderberg gizli örgütü

CFRin temel globalizasyon planlari daha kuruldugu günden beri
bilinmekteydi. Ama CFR ABD içinde tam bir kontrol saglamak ve tek
jandarmali kapitalizmi Avrupaya yaymak ve sosyalizm ve komünizm ile
mücadele etmek zorunda idi. Eski CFR baskani ve Rockefellerin Chase
Manhatten Bankasi baskani olan John McCloy OSS (Office of Strategic
Services) isimli istihbarat örgütünün (Bill Donovan tarafindan
1941-1942de kurulmustur) kurulmasini ve CFR ile karsilikli iletisim
içinde çalismasini sagladi. 1947de OSS, CIAya (Central Intelligence
Agencye) dönüstürüldü. 1947 Ulusal Güvenlik Kanunu ile de gerek sivil
gerekse kriminal yasalara karsi korunan bir örgüt haline getirildi.
Yani CIA, anayasaya ragmen ulusal güvenlik adina her türlü suçu
isleyebilen bir örgüt yapisina kavustu. 1950de General Walter Bedel
Smith CIA baskani oldugu zaman, CFRden aldigi emir üzerine Avrupada
etkin bir örgüt kurulmasini istedi. Daha sonra CIA ve Ulusal Güvenlik
Konseyine konan bu semsiye daha da güçlendirildi ve 1982de Reagan
tarafindan Executive Order 12333 (Etkin Yasa 12333) devreye sokuldu
(Montalvo 2000).

Bilderberg, CFR ve öteki örgütlerin Avrupa ayagini ve etkinligini
teskil etmek için CIA tarafindan Hollandada Oosterbeek sehrinde
Bilderberg otelinde 1954 de kurulmustur. Dünyanin yönetimi ve
globalizasyon konusunda her yil farkli ülkelerde toplantilar yapar
(Ross 2000; Marrs 2000). Toplantilar son derece gizli kosullarda ve
özel ortamlarda yapilir. Katilanlar bu konuda hiç bir bilgi vermezler.
Spotlight isimli bir dergileri de vardir. Liberty Lobby Inc, 300
Independence Ave., SE, Washington D.C. 20003 adresinden yayin yapar.

Bilderberg örgütünün Avrupa adresi: Maja-Banck Polderman, Bilderberg
Meetings, Amstel 216, 1017 AJ, Amsterdam, Hollanda. Bilderbergin ABD
adresi ise Charles W. Muller, American Friends of Bilderberg, Inc. 477
Madison Ave., 6th Floor, New York, NY 10022.

Bilderbergin kuruculari arasinda Hollanda prensi Bernhard ve Polonyali
sosyolog Dr. Joseph Hieronim Reting
Mesaj11.06.2013, 13:09 (UTC)    
Mesaj konusu: Dünyayı Yöneten Gizli Örgütler

Illimunatiİlluminati 1776 yılında Adam Weishaupt tarafından Almanya, Bavyera'da kurulmuştur.
Bu örgütün en büyük hedeflerinden bir tanesi 'Bütün dinlerin feshedilmesidir.' Yani İllimunati bugün yeryüzünde var olan bütün dinlere düşmandır.

Ve açıkça söylemek gerekirse bu özelliğiyle de kökenleri hem Tapınak Şövalyeleri'ne hem de Avrupa'da 15'inci yüzyılda adını duyurmaya başlayan Gül-Haç (Rose Croix) derneğine kadar gider. Mason örgütlerinin az sayıdaki, çok yüksek derecedeki bilgili insanları da bu bağlantılardan haberdardır (Bu yüzden de 33'üncü dereceye erişebilen Masonlar'a verilen madalyonun üzerinde 'Ordo Ab Chao' yazar)

Ellerinde dünyanın düzeninin gerçek anlamı, gizi ve olası sonuyla yeni başlangıcı konusunda bilgi taşıdıkları iddiasında olan bu örgütlerin kökenlerinin pagan dinlerde olduğunu, tek tanrılı dinlere düşman oldukları ve dini yıkarak yeni bir düzen kurmayı amaçladıklarını anlamazsak, bugün çıkarılmaya çalışılan kaosu da tam kavrayamayız.

Hedef dünyada devletlere karşı bir inançsızlık yaratmak, dinleri birbirine düşürmek, gerekirse dünyayı ateşe boğacak bir büyük savaş çıkarmak ve sonunda da dünyada yeni bir düzen getirmektir.

Ben hedefin bu olduğunu düşündüğümden Irak'ta işkence fotoğraflarının bulunmasını hiç de şaşkınlıkla karşılamadım. Bu fotoğraflar başta ABD'de ama tabii ki tüm Hıristiyan dünyasında 'iyi bir Hıristiyan bunu yapar mı' sorusunu da sordurmuştur ki amaç da budur.

İkinci amaç da tüm Müslümanlar'ı kinlendirmektir ki bu da başarılmıştır.

Bush ve savaşan arkadaşları göründükleri gibi değildirler. Onlar dindar değil övünerek üyeliklerini ilan ettikleri 'Skulls and Bones' yarı gizli örgütü ile 'tüm dinlerin feshedilerek dünyada yeni bir inanç düzeninin ve yönetim sisteminin' kurulmasını amaçlayan gizli ezoterik derneklerle bağlantılılardır.

Kaynak: http://www.msxlabs.org/forum/kurumlar-ve-kuruluslar/6434-dunyayi-yoneten-gizli-orgutler.html#ixzz2VueRgBMB
Mesaj11.06.2013, 13:10 (UTC)    
Mesaj konusu: Dünyayı Yöneten Gizli Örgütler

Yeni bir din mi?

Yokolan yaşamlar, kaybolan umutlar, işlenen suçlar; büyük dinlerden sonra dünyanın en etkili inancı olarak ortaya çıkan Scientology göründüğü kadarıyla geçmişin tüm inançlarından daha hızlı yayılıyor ama ortada küresel bir acımasızlık ve maddi hırs var, tabii ki görmek isteyene. Acaba iddialar doğru mu? Scientology, yüzyılın en büyük şarlatanlığı mı yoksa tüm din ve inançların yerini alıp, huzur ve barışı sağlayacak yeni bir yol mu? Almanya´da Kohl Hükümeti tarafından sempatiyle karşılanan, ABD´de Rockefeller´den, Tom Cruise´a, Travolta´dan, Chick Korea´ya uzanan sempatizanlar çizgisi daha kimlere uzanacak?

Pennsylvania, Kingston´dan Noah Lottick normal bir insandı, 24 yaşındaydı ve mutluydu, dünyanın her yerindeki yaşıtları kadar coşku ve umut doluydu, Haziran´ın o meşum gününe kadar. Onun vücudunu taşıyan anne ve babası, acıdan uyuşmuşlardı, Rus asıllı genç adam Milford Plaza Otel´in 10. katından atlayarak bir limuzinin damını parçalamıştı, cesedin avucu sıkı sıkı kapalıydı, polis genç adamın elini zorla açtığında, 171 $ dolar buldu, bu para Lottick´in Scientology Kilisesi´ne geri dönmesine yetmeyen paraydı oysa aradan sadece 7 ay geçmişti. Bir doktor olan babası Edward, Scientology Kilisesi´ni itham ederken, araştırmalara başladı, Edward Lottick "Biz Scientology´yi Dale Carneige gibi düşünüyorduk ama artık oranın psikopatlar okulu olduğuna inanıyorum, şarlatanlıklarına terapi diyorlar, en iyileri, parlak zekalı insanları kandırıp topluyorlar ve yok ediyorlar." Lottick, bir an evvel resmi soruşturmanın başlamasını istiyor ama durum pek umut vermiyor çünkü ABD´in Anayasal İyileştirme ve Islah Etme Hakları adlı yasal destek Scientology Kurumu´na arka çıkıyor ve 40 yıldan bu yana dünyanın en pahalı avukatları ve özel dedektifler bu savaştan henüz galip çıkamadılar. (Not: Buradaki kilise sözcüğünü dinsel anlamda yani Hıristiyan kilisesi demek değil, Amerika´da kilise sözcüğü bir inanca mensup insanların toplandığı her hangi bir yer olarak kullanılıyor.)

Bilim-kurgudan peygamberliğe uzanan yol...

Scientology Kilisesi´nin kurucusu bilim kurgu yazarı L. Ron Hubbard´dı, yazar mutsuz insanları hedef almış ve onları huzur ve umut vaadiyle dinsel içerikli bir kurumun çevresine toplamıştı. Oysa, Kilise´nin gerçeği başkaydı; ortada büyük kazançlar vardı, kurtulanlar şantajdan, tehditlerden söz ederken, üyelerin korkutulduğu ve Mafya tarzı bir örgütten söz ediyorlardı. Geçen 25 yıl içinde, savcıların tüm çabalarına rağmen Scientology hala bir tehdid oluşturmakta. Aralarında Hubbard´ın karısının da bulunduğu Scientology Kilisesi´nin 11 üst yöneticisi 1980´lerin başında hapse yollanınca, yüzden fazla hükümet ajanı kurumun adeta didikledi ama sanki önlerinde bir duvar vardı, bir türlü istenenler elde edilemedi. Scientology tutkunları, pişman dahi olsalar kanuni bir sonuç elde edilemiyordu çünkü yasal olarak kişiler aldatılmış görünmüyorlardı, herkes kendi yaptığından sorumluydu ve yapılanlar gönül rızası ile yapılmıştı. Değişik olaylarda ise varılan en uç nokta, suçlamada çok ileri gidenler "şizofren ve paranoyak" damgasını yerlerken, günahkar, ayartılmış ve tehlikeli olarak tanımlanıyorlardı ve inanılmaz bir şekilde bunu imzaladıkları belgeler ve kuruma ait doktorların raporlarıyla önceden kabul etmişlerdi. Kısacası Scientology Kilisesi´nin bir açığı henüz yakalanamadı.

Medya, ünlüler, siyasi güç ve para bir arada olurlarsa ne olur?

Grubun 65 ülkede 700 merkezi var ve gittikçe de yaygınlaşmakta. Yeni yasalarla karşı önlemler alınmaya çalışılsa da, dalga dalga geliyorlar, birçok grup üyesi finansal suçlardan sanık, bu suçlar Scientology üyelerinin el attığı ve dev kazançlar sağladığı yayıncılık, danışmanlık, sağlık ve eczacılık alanlarında işleniyor. Kilise, bir de Hollywood grubu oluşturmayı başardı; bu kızgın ve şımarık grup gerçekten Scientology yönetiminin çok işine yaradı; "Ünlüler Merkezi" adı verilen bir dizi çok özel kulüp oluşturuldu, buralarda ünlülerin kariyerlerine yön veriliyor ve çok büyük ücretler karşılığında danışmanlık yapılıyordu. Başta geçtiğimiz ay içinde "Mission Impossible/Görevimiz Tehlike"nin Almanya gösteriminde kilisenin provake ettiği büyük halk kitleleri tarafından protesto ve boykot edilen Tom Cruise olmak üzere, John Travolta, Kirstie Alley, Mimi Rogers, Anne Archer, senatör ve şarkıcı Sonny Bono, cazın büyük ismi Chick Korea ve Nancy Cartwright gibi çok tanınmış isimler bu grubun içindeydiler. Scientology´nin yöntemleri arasında İnanç Öğretim Tv´si da var; ayrıca 800´lü ve 900´lü telefon hatları da çok yaygın ve etkin kullanılıyor; Chicago´da bulunan medya uzmanlarından Cynthia Kisser şöyle diyor; "Scientology, acımasız bir örgüt; daha çok klasik terörizme benziyor. Çok kavgacılar ve sadece kazanç peşindeler; ABD tarihinde böylesi hiç görülmedi; hiçbir inanç üyelerini böylesine soymadı..." 1987´de kaçıp kurtulana kadar Scientology´nin yedi liderinden biri olan Vicki Aznaran ise; "Bu bir suç örgütü, her geçen gün daha çok illegal oluyor." diyor.

Sony. Pepsi, CNN ve ötesi...

Time Dergisi, 150 kişiyle özel görüşmeler yaptı; binlerce sayfalık mahkeme tutanağı ve Scientology belgesi gözden geçirildi. Kuruluşu yönetenler konuşmayı reddettiler. Sayısız üyenin suçlamasına ve tüm yasal baskılara rağmen Scientology, 1986´da kurucusu Hubbard´ın ölümünden sonra çok daha fazla büyüdü ve büyüyor. Mahkeme kayıtlarına göre, kuruluşun bir kolu olan "Ruhsal Teknoloji Kilisesi" nin, sadece 1987 yılındaki geliri, 503 milyon $´ın üstündeydi, tahminlere ve bazı ipuçlarına göre, Kıbrıs, Liechtenstein ve İsviçre bankalarına 400 milyon $ aktarılmış ve özel hesaplar açılmıştı. Scientology yetkililerinin açıklamalarına göre bugün grubun 50.000 aktif üyesi ve 8 milyon sempatizanı bulunuyor, gittikçe de artıyor. Hubbard´ın garip ve alışılmadık kuramları her geçen gün kitleleri dünya çapında sarıyor ve etkilemeye devam ediyor. Örgütü şu anda, 36 yaşındaki David Miscavige yönetmekte, Miscavige kuruluşun ikinci kuşak üyelerinden, kurtulanlar veya ayrılanlara göre bu adam kurnaz, acımasız ve paranoyak; üstelik düşmanlarına işkenceler yapıyor. Miscavige´nin 1990´larda başlattığı gözüpek hareket ve atılımlar kurum içindeki prestijini çok arttırdı. Emekli örgütleriyle ilişkileri yönetici düzeyinde geliştirerek, satın alıp, rüşvetler vererek, büyük emekli gruplarını kuruluşun çevresinde topladı, Sony ve Pepsi gibi dev şirketleri ve CNN´in patronu Ted Turner´in sahibi bulunduğu Goodwill Games´i hem sponsorluk için, hem de yakın ilişkiler için ikna etmeyi başardı. Scientology yayınlarında yayınlanan kitaplardan yüzbinlercesini, büyük kitapevlerine sevkederek, kendi taraflarlarına durmaksızın satın aldırarak, perakende kitapçılara büyük cirolar sağladı ve bu yöntemle tüm "en çok satan kitaplar" listelerinde aralıksız yer aldı, bu kadar da değil. Miscavige, Newsweek ve Business Week gibi önemli ve ciddi yayınlara tam sayfa ilanlar vererek, Scientology´yi bir felsefe olarak tanıttı, aynı
yöntemi tv´de de uygulayarak ülkenin en büyük tv istasyonlarında dev ilan kampanyaları başlattı, her alandaki güvenilir ve saygın profesyonelleri danışma grupları adı altında toplayarak kamuoyuna tanıttı ama büyük ücretler alan bu insanların örgütle olan gerçek mali ilişkilerini sakladı. Sonuç olarak Miscavige öylesine başarılı oldu ki, neredeyse örgütün kurucusunun adını gölgede bırakacaktı. Yeri gelmişken biraz da, Scientology´nin babasından söz etmek gerekiyor.



İnsanlığı "Xenu" dünyaya sürgün etti


Hubbard, 1911´de Nebraska´da doğdu; II. Dünya Savaşı´nda denizciydi, daha sonra savaş gazilerinin ruhsal sorunlarıyla ilgili bir örgütte çalıştı, ruhsal sorunları olan gazilerin intihar eğilimlerini engellemek için çalışıyordu. Bu arada bilim-kurgu yazıyordu. Scientology kurulduktan sonra basılan tanıtım broşürlerinde Hubbard, hiç alakası olmadığı halde bir savaş kahramanı olarak tanıtılacaktı hatta daha da ileri gidilerek mucizelerden söz edilmişti; kör olmuş ama gözleri açılmıştı, iki kez ölüp yeniden dirilmişti vb... Bir doktora yaptığından söz ediliyordu ama neydi? Bilinen tek eğitim, Hubbard´ın Sequoia Üniversitesi´nden almış olduğu açık öğretim diplomasıydı. 1984 yılında, Hubbard´ın geçmişiyle ilgili olarak yapılan resmi bir araştırmada, California´lı bir yargıç Hubbard´ı patolojik bir yalancı ilan etti. 1950´de Scientology´nin kutsal metinlerini yazmaya başladı; "Dianetics; The Modern Science of Mental Health" teknikte kaba, yüzeysel bur yöntem kullanılıyordu, çok basit bir yalan makinesi "E-metre" kullanılarak, derinin üzerindeki statik elektriğin değişimi ölçülüyordu, bu şekilde de kişinin geçmişiyle ilgili bilgilere ulaşıldığına inanılıyordu. Hubbard´a göre, geçmişteki mutsuz anılar (Bunlara Engram diyordu), ruhsal travmalara (yaralara) neden oluyordu. E-metre ile yapılan seanslarda, bu travmalar açığa çıkarılıyor ve terapik bir çalışmayla kişinin ruhsal sorunları düzeltiliyordu. Hubbard, sonraki adımlarını sakladı ama 1960´larda İnsanlık için bir açıklama yapıldı; insanlar adına "Thetan" denen bir bulutsu ruhdan oluşmuşlar ve 75 milyon yıl önce "Xenu" adlı zalim bir galaktik güç tarafından dünyaya sürülmüşlerdi ve şimdi insanlar bir sınav geçiriyorlardı. 1967´de Scientology´nin ana kilisesi veya merkezi kuruldu. 1971´de federal bir mahkeme, Hubbard´ın tıbbi iddialarını ve E-metre cihazının bilimselliğini reddetti. Hubbard, bir din kurmakla suçlanıyordu ama Amerikan özgürlük yasaları Hubbard´ı ve inanılmaz iddialarını korudu. Örgütlenme devam etti, şubeler peşpeşe açıldı, misyonlar oluştu, ücretler fiks bağışlara dönüştürüldü ve Hubbard´ın komik kozmoloji öyküsü "kutsal metinler" haline dönüştü.

Mezardan ruhsal olarak kaybolan ceset, 3000 $´a geri geliyor;

1970´lerde, devlet ciddi bir atağa kalktı ve kilisenin milyonlarca dolarının yurtdışına kaçırıldığı, Panama´da paravan bir şirketin kurulduğu ve bir İsviçre bankasına para aktarıldığı açıklandı. Örgüt üyeleri, devlete sızmışlar ve bazı gizli belgeleri çalmışlardı, sahte vergi formları doldurmuşlar, üstelik üyelerinin çoğunu kullanmışlardı ve 1971´de Hubbard vergi kaçakçılığı ve resmi belgelerde sahtekarlık suçlarından sanıktı, Scientology üyeleri gece gündüz çalışarak, belgeler düzenlediler ve kararı geciktirmeye çalıştılar. Bu arada, Hubbarda beş yıl saklandı ve savcılık tarafından suçlanamadan önce öldü. Bugün Scientology örgütü tüm bunları yalanlıyor ve gerçekleri tahrif ediyor; Scientology doktrini ile insanların ruhlarının temizlendiği, arındığı iddia edilirken engramlarla ruhsal tehlikelerin giderildiği öne sürülüyor ve bunun için de gittikçe yükselen pahalı ücretler ödeniyor. Örgütün son fiat listesinde, Hubbard tarafından "çiğ et" adı verilen hasta(!) adaylarından saatte 1000 $ istendiği ve 12,5 saatlik bir dönem için 12.500 $ alındığı görülüyor. Psikiyatrlar, seansların uyuşturucularla yapıldığını ve euphoria ile düşünce kontrolu yapıldığını belirtiyorlar. Bu tür seansların sonunda, yeni üyelere milyarlarca yıllık iş kontratları imzalatılıyor. Hubbard´ın sağlığında yayınlanan bültenlerde, "Para kazanın, daha çok para, para için gerekenleri yapın, ne olursa olsun onları yakalayın ve gerekeni yapın." deniyordu. Harriet Baker, bu emirlerin uygulanması ile acı bir şekilde karşılaştı. Baker 73 yaşındaydı, eşini kanserden kaybetmişti, bir Scientolojist acısının giderilmesi için onu ikna etti; paket bir seans için 1.300 $ ödeyecekti, bu bedel daha sonra 15.000 $´a yükseldi, bu arada Scientologlar kadının evi için borçlu olduğunu keşfettiler, 45.000 $´lık bir ipotek altındaydı, örgüt kadını baskı altına aldı, borcunu ödemesini engelliyorlar, paraya sürekli el koyuyorlardı. 1991 Haziran´ında Baker, kendisini E-metre ile sorgulamak isteyen iki örgüt üyesine kapıyı gösterdi ve tüm çabalarına karşın Eylül ayında evi satıldı. Noah Lottick kendisini öldürmesinden önce, örgüte 5.000 $ ödemişti, tavrı garipti. Ailesine Scientology tüccarlarının düşüncelerini okuduğunu söylemişti, babası kalp krizi geçirdiğinde, doktorlara karşı çıkarak, bunun fizyolojik değil, psikolojik nedenlere bağlı olduğunu iddia etmişti ve beş gün sonra intihar etti. Artık, herşey için çok geçti, Lottick´in cenazesinde "Noah´ın Dianetik doslarından" yazısının bulunduğu bir de çelenk vardı ama ortada örgütten kimse görünmüyordu. Bir hafta sonra, Noah´ın evine gelen örgütün bölge sorumlusu, acılı anne-babaya oğullarının mezardaki bedenlerinin mucizevi bir şekilde kaybolduğunu, ancak örgüte makul bir bağış yapılırsa yerine döneceğini bildirdi, sonuçta Lottick ailesi, bağış adı altında 3.000 $ ödedi.

Prozac´a ölüm...

Scientology örgütü, bağış toplamak adı altında çeşitli servisler oluşturdu, çabucak ilahi köprüyü geçip, aydınlanmaya ulaşmak istiyor musunuz? 1.250 $´lık bir bağış yapmanız yeterli; Fizik evrene neden Thetan bağlarıyla bağlı olduğunuzu bilmek istiyor musunuz? Hemen Hubbard´ın sesinden kaydedilmiş 52 teyp bantını alın, sadece 2.525 $; sonra arkasını da alabilirsiniz. Eğer Hubbard´ın altın yazılı, deri kaplı kitaplarının tamamına sahip olmak isterseniz, sadece 1.900 $ ödeyeceksiniz. Tuzaklar çekici ve bedeller yüksek; Scientology öylesine finans gücüne sahip ki, özel kuruluşlar oluşturdu; 1983´de kurulan Sterling Yönetim Sistemi, ABD´nin en hızlı büyüyen kuruluşları arasında, danışmanlık yapıyor ve çeşitli yayınları yönetiyor; 1988´de sermayesi 20 milyon $´ aşmıştı. Bir diş doktoru olan Gregory Hughes tarafından kurulduğu için, özellikle tüm ülkede diş doktorları arasında etkin ve yaygın. Bir diğer Scientology kuruluşu olan Mutluluk Yolu Vakfı tarafından, Amerika´daki halk okullarına Hubbard´ın görüşlerini anlatan 3.5 milyon broşür dağıtıldı. Vakfın 400 hektarlık bir kampüsü var ve burada Hubbard eğitimi yapılıyor. Vatandaş İnsan Hakları Komisyonu adını verdikleri bir örgütleri daha var ve bu örgüt psikiyatrlarla savaş halinde. Bu komisyon, özellikle de son dönemin mucize stres ilacı olan Prozac´a savaş açtı; Prozac´ın intiharlara ve cinayetlere neden olduğunu iddia ediyorlar, sürekli tv programları yaparak, posta aracılığı ile yüzbinlerce mektup yollayarak Prozac´ı ve bulucusu Eli Lilly´i durdurmaya çalışıyorlar. Bir diğer Scientology kuruluşu olan Amerika Stresli İş Adamları Birliği geçen yıl üniversite öğrencileri için 5.000 $´lık bir ödül koydu, ödülü kazanan en başarılı öğrencilere Scientology kuruluşlarında iş veriliyor. Örgütün siyasi etkisi çok güçlü; Batı Virginia Senatörü John D. Rockfeller IV, senatoda bu örgütü öven bir konuşma yaptı ve İllionis Valisi Jim Edgar, 13 Mart´ı "Hubbard Günü" olarak ilan etti. Scientology Kuruluşu´nun diet ve sağlıklı yaşama yönelik Sağlık Vakfı ve "Criminon" adını verdikleri alkol ve narkotik bağımlıları ile hapisten çıkanlara rehabilitasyon uygulayan Narconan, diğer iki kuruluş.

Travolta´ya santaj yapıldı mı?

Scientology´ye karşı olanlar soruyorlar; "Bilmek istiyoruz, bizim devletimiz nerede?" Los Angeles´lı avukat Toby Plevin; "Özel haklar tehlikede, her soruşturmacı ihtiyatlı olmalı, bu konuda her atılan adım yumurta kabuğu üzerinde yürümeye benziyor." diyor. FBI, üç yıldır Scientology Örgütü´nün peşindeler; Los Angeles FBI şefi olan Ted Gunderson; "Bana göre, ülkedeki en zekice operasyon Scientology hareketidir..." diyor. İnanç uzmanları, federal ciddiyetten umutsuzlar, otoritelerin yetersiz kaldığını düşünüyorlar; Scientology bir kanser kadar hızlı yayılıyor; "Scientology artık müteşebbis ve başarılı iş adamlarının elinde, Hubbard´ın ölmüş olması dahi farketmiyor, beyin fırtınası sürüyor. Korkarım gelecekte onları daha ön planda ve iş hayatında daha güçlü olarak göreceksiniz" Bu sözler, California Üniversitesi Nöropsikiyatri Enstitüsü Direktörü olan Louis West tarafından söylendi. Bazen örgütün büyük militanlarının durumu dikkat çekiyor; sinema oyuncusu John Travolta, uzun zaman boyunca örgütün sözcüsü olarak hizmet yaptı ama 1983´de örgütün yönetiminden hoşlanmadığını bir dergiye açıkladı ama arkası gelmedi ve bir daha konuşmadı. Eski ve kaçak Scientolog´lara göre, Travolta korkuyordu çünkü özellikle seksüel yaşamıyla ilgili tüm sırları ortaya dökülebilirdi çünkü Travolta bir homoseksüeldi ve bazı porno filmlerde oynamıştı. Bugün için Scientology, Amerika´nın en büyük halkla ilişkiler örgütü; örgütün ana stratejisi daha ilerlemek ama din-karşıtı bir kimliğe bürünmekten çekiniyorlar. İnanılmaz ama hem Amerikan İnsan Hakları örgütleri tarafından, hem de Amerika Ulusal Kiliseler Birliği´nce destekleniyorlar. Sonuç olarak para, Scientology´ye gerekeni sağlıyor. Muhalifler olsa da, kurbanlar ağlaşsalar da birşey değişmiyor, Scientology yöneticileri ve onların çok güçlü avukatları milyonlarca doları ceplerine doldurarak yollarına devam ediyorlar ve ister inanın, ister inanmayın bütün bunlar 1950´lerde yazılmış basit ve ucuz bir bilim-kurgu hikayesinden kaynaklanıyor;

Scientology ABD dışında ne yapıyor?

1960 ve 70´lerden sonra Ron Hubbard, çoğu zaman özel feribotlar hazırlayarak, dünyaya yönlenmişti; İngiltere, Yunanistan, İspanya, Portekiz ve Venezuela´da kampanyalara başlandı ama Scientology kendi ülkesindeki kadar başarılı olamadı. Avustralya´da bir mahkeme Scientology Kilisesi adını reddetti, Fransa´da bir diğer mahkeme, Hubbard´ı bir şarlatan olarak ilan etti. 1976´da İtalya, Milano´da 76 Scientolog tutuklandı ve mahkum edildi; savcı Pietro Forno; "Bütün kurbanlar daha iyi bir yaşam hayaliyle bunlara gitmişler ama Scientologlar sadece amatör birer psikolog ve yaptıklarının adı ise psikolojik terörizm..." diyordu. Kanada´da, Scientology Örgütü, ülkenin en ünlü insan hakları avukatı Clayton Ruby´i kendisine bağlayarak işe başladı ama birkaç ay sonra kendisi başta olmak üzere 9 Scientolog yargıç karşısındaydılar, dava Ruby´nin hukuki manevraları sayesinde hala sürüyor. İspanya´da Adalet Bakanlığı, Scientology´yi bir din olarak iki kez tanımladı; 1989´da Sağlık Bakanlığı örgüt için, "totaliter, saf ve basit bir şarlatanlık" diyordu; 26 örgüt şubesine baskın yapıldı, 11 Scientolog tutuklandı; Savcı Jose Maria Honrubia; "Gerçek amaçları sadece para" diyordu. Fransa´da 16 Scientolog, şarlatanlık ve illegal tıbbi uygulama ile suçlandılar, bu arada intihar eden bir endüstri-dizaynırın ölümünün ardında Scientology´nin bulunduğu anlaşılınca örgüt ciddi bir darbe yedi ve aralarında ünlü isimlerin de bulunduğu gruba karşı soruşturma başlatıldı ve örgüt merkezi kapatıldı.

Alman Parlamentosu´nda propoganda...

ABD dışında Scientology´nin en etkin ve başarılı olduğu ülke Almanya´dır; başta Münih olmak üzere hemen tüm Bavyera´ya yayıldılar; 1984´de 100 polis, örgütün Münih´deki merkezini bastı ve sayısız dökümana el konuldu, yine vergi yolsuzlukları aranıyordu ama olaya parlamentodan müdahale edildi. "Der Spiegel" in yazdığına göre, orta ve orta üstü düzeyde yüzlerce firmanın Scientology ile ilgileri vardı. Göründüğü kadarıyla Alman politikacılarına Scientology çekici geliyordu veya Scientology militanlarının yöntemlerini seviyorlardı, kimbilir belki de Nazileri anımsamışlardı. Mart 1991´de Hür Demokratlar, Helmut Kohl başkanlığında bir koalisyonu oluşturdular; bu arada Scientolog´lar Hamburg´a sızıp, örgütlenmişlerdi, aynı anda merkez muhalefeti oluşturan Sosyal Demokrat Parti, üyelerini uyararak, eski komünistlerin kilise tarafından sömürülmeye karşı uyanık olmalarını istedi. Bu sırada, Bundestag´da yani Alman Parlamentosu´nda Hubbard´ın broşürleri elden ele dolaşıyordu. Derken Dışişleri Bakanı Hans-Dietrich Genscher istemeden Scientologları onayladı; "Gerçekten, dünya daha güzel bir yer olmalı ve bu broşürde bu yol gösteriliyor, bir yaşam nedenlerle ve sorumlulukla anlamlandırılmış, kısacası çok daha dikkatli olmalıyız." Bu temel sempatiye rağmen Eylül 1996´da ünlü Scientolog ve sinema starı Tom Cruise´un başrolünü oynadığı "Görevimiz Tehlike" filmi Almanya´nın birçok yerinde büyük protestolarla karşılaştı ve boykot edildi, halk Cruise´ın şahsında Scientology´ye karşı çıkıyordu.
Anlayana dersler...

Evet, Scientology hakkında daha çok şey yazılabilir ve yazılacak ama şu an için altı çizilerek söylenmesi gereken birkaç sonuç cümlesi var; Birincisi Scientology, göründüğünden çok ama çok daha fazla gücü olan bir örgüt halinde, korkunç bir para gücü ve beyin yıkamaya yönelik bir yöntemi var. İkincisi çok hızlı yayılıyor ve Scientology tam anlamıyla bir din, bunun tartışılması dahi mantıksız ama bu din öncekilere hiç benzemiyor çünkü insan beynine doğrudan hücum ediyor, şu anda Hıristiyan ülkelerde etkin, Budizm´in ve İslamiyet´in etki alanlarında pek dolaşmak istemiyor ama kesin birşey daha var; eğer bu iki din insan kanı dökmekte ve sosyal baskı uygulamakta biraz daha ileri giderlerse Scientology ile kısa zaman içinde tanışacaklar çünkü öncelikle gerek Scientology, gerekse de ondan çok daha küçük olan benzeri mistik örgütler (Mahareshi´nin TM´i veya Moon Tarikatı gibi...) kan ve tehdite karşı kendi ruhsal yaptırımlarını ve yönelmelerini kullanarak, etkin olacaklar. Ötesini göreceğiz...


Kaynak: http://www.msxlabs.org/forum/kurumlar-ve-kuruluslar/6434-dunyayi-yoneten-gizli-orgutler.html#ixzz2VuerhzSY
Mesaj11.06.2013, 13:10 (UTC)    
Mesaj konusu: Dünyayı Yöneten Gizli Örgütler

Yeni bir din mi?

Yokolan yaşamlar, kaybolan umutlar, işlenen suçlar; büyük dinlerden sonra dünyanın en etkili inancı olarak ortaya çıkan Scientology göründüğü kadarıyla geçmişin tüm inançlarından daha hızlı yayılıyor ama ortada küresel bir acımasızlık ve maddi hırs var, tabii ki görmek isteyene. Acaba iddialar doğru mu? Scientology, yüzyılın en büyük şarlatanlığı mı yoksa tüm din ve inançların yerini alıp, huzur ve barışı sağlayacak yeni bir yol mu? Almanya´da Kohl Hükümeti tarafından sempatiyle karşılanan, ABD´de Rockefeller´den, Tom Cruise´a, Travolta´dan, Chick Korea´ya uzanan sempatizanlar çizgisi daha kimlere uzanacak?

Pennsylvania, Kingston´dan Noah Lottick normal bir insandı, 24 yaşındaydı ve mutluydu, dünyanın her yerindeki yaşıtları kadar coşku ve umut doluydu, Haziran´ın o meşum gününe kadar. Onun vücudunu taşıyan anne ve babası, acıdan uyuşmuşlardı, Rus asıllı genç adam Milford Plaza Otel´in 10. katından atlayarak bir limuzinin damını parçalamıştı, cesedin avucu sıkı sıkı kapalıydı, polis genç adamın elini zorla açtığında, 171 $ dolar buldu, bu para Lottick´in Scientology Kilisesi´ne geri dönmesine yetmeyen paraydı oysa aradan sadece 7 ay geçmişti. Bir doktor olan babası Edward, Scientology Kilisesi´ni itham ederken, araştırmalara başladı, Edward Lottick "Biz Scientology´yi Dale Carneige gibi düşünüyorduk ama artık oranın psikopatlar okulu olduğuna inanıyorum, şarlatanlıklarına terapi diyorlar, en iyileri, parlak zekalı insanları kandırıp topluyorlar ve yok ediyorlar." Lottick, bir an evvel resmi soruşturmanın başlamasını istiyor ama durum pek umut vermiyor çünkü ABD´in Anayasal İyileştirme ve Islah Etme Hakları adlı yasal destek Scientology Kurumu´na arka çıkıyor ve 40 yıldan bu yana dünyanın en pahalı avukatları ve özel dedektifler bu savaştan henüz galip çıkamadılar. (Not: Buradaki kilise sözcüğünü dinsel anlamda yani Hıristiyan kilisesi demek değil, Amerika´da kilise sözcüğü bir inanca mensup insanların toplandığı her hangi bir yer olarak kullanılıyor.)

Bilim-kurgudan peygamberliğe uzanan yol...

Scientology Kilisesi´nin kurucusu bilim kurgu yazarı L. Ron Hubbard´dı, yazar mutsuz insanları hedef almış ve onları huzur ve umut vaadiyle dinsel içerikli bir kurumun çevresine toplamıştı. Oysa, Kilise´nin gerçeği başkaydı; ortada büyük kazançlar vardı, kurtulanlar şantajdan, tehditlerden söz ederken, üyelerin korkutulduğu ve Mafya tarzı bir örgütten söz ediyorlardı. Geçen 25 yıl içinde, savcıların tüm çabalarına rağmen Scientology hala bir tehdid oluşturmakta. Aralarında Hubbard´ın karısının da bulunduğu Scientology Kilisesi´nin 11 üst yöneticisi 1980´lerin başında hapse yollanınca, yüzden fazla hükümet ajanı kurumun adeta didikledi ama sanki önlerinde bir duvar vardı, bir türlü istenenler elde edilemedi. Scientology tutkunları, pişman dahi olsalar kanuni bir sonuç elde edilemiyordu çünkü yasal olarak kişiler aldatılmış görünmüyorlardı, herkes kendi yaptığından sorumluydu ve yapılanlar gönül rızası ile yapılmıştı. Değişik olaylarda ise varılan en uç nokta, suçlamada çok ileri gidenler "şizofren ve paranoyak" damgasını yerlerken, günahkar, ayartılmış ve tehlikeli olarak tanımlanıyorlardı ve inanılmaz bir şekilde bunu imzaladıkları belgeler ve kuruma ait doktorların raporlarıyla önceden kabul etmişlerdi. Kısacası Scientology Kilisesi´nin bir açığı henüz yakalanamadı.

Medya, ünlüler, siyasi güç ve para bir arada olurlarsa ne olur?

Grubun 65 ülkede 700 merkezi var ve gittikçe de yaygınlaşmakta. Yeni yasalarla karşı önlemler alınmaya çalışılsa da, dalga dalga geliyorlar, birçok grup üyesi finansal suçlardan sanık, bu suçlar Scientology üyelerinin el attığı ve dev kazançlar sağladığı yayıncılık, danışmanlık, sağlık ve eczacılık alanlarında işleniyor. Kilise, bir de Hollywood grubu oluşturmayı başardı; bu kızgın ve şımarık grup gerçekten Scientology yönetiminin çok işine yaradı; "Ünlüler Merkezi" adı verilen bir dizi çok özel kulüp oluşturuldu, buralarda ünlülerin kariyerlerine yön veriliyor ve çok büyük ücretler karşılığında danışmanlık yapılıyordu. Başta geçtiğimiz ay içinde "Mission Impossible/Görevimiz Tehlike"nin Almanya gösteriminde kilisenin provake ettiği büyük halk kitleleri tarafından protesto ve boykot edilen Tom Cruise olmak üzere, John Travolta, Kirstie Alley, Mimi Rogers, Anne Archer, senatör ve şarkıcı Sonny Bono, cazın büyük ismi Chick Korea ve Nancy Cartwright gibi çok tanınmış isimler bu grubun içindeydiler. Scientology´nin yöntemleri arasında İnanç Öğretim Tv´si da var; ayrıca 800´lü ve 900´lü telefon hatları da çok yaygın ve etkin kullanılıyor; Chicago´da bulunan medya uzmanlarından Cynthia Kisser şöyle diyor; "Scientology, acımasız bir örgüt; daha çok klasik terörizme benziyor. Çok kavgacılar ve sadece kazanç peşindeler; ABD tarihinde böylesi hiç görülmedi; hiçbir inanç üyelerini böylesine soymadı..." 1987´de kaçıp kurtulana kadar Scientology´nin yedi liderinden biri olan Vicki Aznaran ise; "Bu bir suç örgütü, her geçen gün daha çok illegal oluyor." diyor.

Sony. Pepsi, CNN ve ötesi...

Time Dergisi, 150 kişiyle özel görüşmeler yaptı; binlerce sayfalık mahkeme tutanağı ve Scientology belgesi gözden geçirildi. Kuruluşu yönetenler konuşmayı reddettiler. Sayısız üyenin suçlamasına ve tüm yasal baskılara rağmen Scientology, 1986´da kurucusu Hubbard´ın ölümünden sonra çok daha fazla büyüdü ve büyüyor. Mahkeme kayıtlarına göre, kuruluşun bir kolu olan "Ruhsal Teknoloji Kilisesi" nin, sadece 1987 yılındaki geliri, 503 milyon $´ın üstündeydi, tahminlere ve bazı ipuçlarına göre, Kıbrıs, Liechtenstein ve İsviçre bankalarına 400 milyon $ aktarılmış ve özel hesaplar açılmıştı. Scientology yetkililerinin açıklamalarına göre bugün grubun 50.000 aktif üyesi ve 8 milyon sempatizanı bulunuyor, gittikçe de artıyor. Hubbard´ın garip ve alışılmadık kuramları her geçen gün kitleleri dünya çapında sarıyor ve etkilemeye devam ediyor. Örgütü şu anda, 36 yaşındaki David Miscavige yönetmekte, Miscavige kuruluşun ikinci kuşak üyelerinden, kurtulanlar veya ayrılanlara göre bu adam kurnaz, acımasız ve paranoyak; üstelik düşmanlarına işkenceler yapıyor. Miscavige´nin 1990´larda başlattığı gözüpek hareket ve atılımlar kurum içindeki prestijini çok arttırdı. Emekli örgütleriyle ilişkileri yönetici düzeyinde geliştirerek, satın alıp, rüşvetler vererek, büyük emekli gruplarını kuruluşun çevresinde topladı, Sony ve Pepsi gibi dev şirketleri ve CNN´in patronu Ted Turner´in sahibi bulunduğu Goodwill Games´i hem sponsorluk için, hem de yakın ilişkiler için ikna etmeyi başardı. Scientology yayınlarında yayınlanan kitaplardan yüzbinlercesini, büyük kitapevlerine sevkederek, kendi taraflarlarına durmaksızın satın aldırarak, perakende kitapçılara büyük cirolar sağladı ve bu yöntemle tüm "en çok satan kitaplar" listelerinde aralıksız yer aldı, bu kadar da değil. Miscavige, Newsweek ve Business Week gibi önemli ve ciddi yayınlara tam sayfa ilanlar vererek, Scientology´yi bir felsefe olarak tanıttı, aynı
yöntemi tv´de de uygulayarak ülkenin en büyük tv istasyonlarında dev ilan kampanyaları başlattı, her alandaki güvenilir ve saygın profesyonelleri danışma grupları adı altında toplayarak kamuoyuna tanıttı ama büyük ücretler alan bu insanların örgütle olan gerçek mali ilişkilerini sakladı. Sonuç olarak Miscavige öylesine başarılı oldu ki, neredeyse örgütün kurucusunun adını gölgede bırakacaktı. Yeri gelmişken biraz da, Scientology´nin babasından söz etmek gerekiyor.



İnsanlığı "Xenu" dünyaya sürgün etti


Hubbard, 1911´de Nebraska´da doğdu; II. Dünya Savaşı´nda denizciydi, daha sonra savaş gazilerinin ruhsal sorunlarıyla ilgili bir örgütte çalıştı, ruhsal sorunları olan gazilerin intihar eğilimlerini engellemek için çalışıyordu. Bu arada bilim-kurgu yazıyordu. Scientology kurulduktan sonra basılan tanıtım broşürlerinde Hubbard, hiç alakası olmadığı halde bir savaş kahramanı olarak tanıtılacaktı hatta daha da ileri gidilerek mucizelerden söz edilmişti; kör olmuş ama gözleri açılmıştı, iki kez ölüp yeniden dirilmişti vb... Bir doktora yaptığından söz ediliyordu ama neydi? Bilinen tek eğitim, Hubbard´ın Sequoia Üniversitesi´nden almış olduğu açık öğretim diplomasıydı. 1984 yılında, Hubbard´ın geçmişiyle ilgili olarak yapılan resmi bir araştırmada, California´lı bir yargıç Hubbard´ı patolojik bir yalancı ilan etti. 1950´de Scientology´nin kutsal metinlerini yazmaya başladı; "Dianetics; The Modern Science of Mental Health" teknikte kaba, yüzeysel bur yöntem kullanılıyordu, çok basit bir yalan makinesi "E-metre" kullanılarak, derinin üzerindeki statik elektriğin değişimi ölçülüyordu, bu şekilde de kişinin geçmişiyle ilgili bilgilere ulaşıldığına inanılıyordu. Hubbard´a göre, geçmişteki mutsuz anılar (Bunlara Engram diyordu), ruhsal travmalara (yaralara) neden oluyordu. E-metre ile yapılan seanslarda, bu travmalar açığa çıkarılıyor ve terapik bir çalışmayla kişinin ruhsal sorunları düzeltiliyordu. Hubbard, sonraki adımlarını sakladı ama 1960´larda İnsanlık için bir açıklama yapıldı; insanlar adına "Thetan" denen bir bulutsu ruhdan oluşmuşlar ve 75 milyon yıl önce "Xenu" adlı zalim bir galaktik güç tarafından dünyaya sürülmüşlerdi ve şimdi insanlar bir sınav geçiriyorlardı. 1967´de Scientology´nin ana kilisesi veya merkezi kuruldu. 1971´de federal bir mahkeme, Hubbard´ın tıbbi iddialarını ve E-metre cihazının bilimselliğini reddetti. Hubbard, bir din kurmakla suçlanıyordu ama Amerikan özgürlük yasaları Hubbard´ı ve inanılmaz iddialarını korudu. Örgütlenme devam etti, şubeler peşpeşe açıldı, misyonlar oluştu, ücretler fiks bağışlara dönüştürüldü ve Hubbard´ın komik kozmoloji öyküsü "kutsal metinler" haline dönüştü.

Mezardan ruhsal olarak kaybolan ceset, 3000 $´a geri geliyor;

1970´lerde, devlet ciddi bir atağa kalktı ve kilisenin milyonlarca dolarının yurtdışına kaçırıldığı, Panama´da paravan bir şirketin kurulduğu ve bir İsviçre bankasına para aktarıldığı açıklandı. Örgüt üyeleri, devlete sızmışlar ve bazı gizli belgeleri çalmışlardı, sahte vergi formları doldurmuşlar, üstelik üyelerinin çoğunu kullanmışlardı ve 1971´de Hubbard vergi kaçakçılığı ve resmi belgelerde sahtekarlık suçlarından sanıktı, Scientology üyeleri gece gündüz çalışarak, belgeler düzenlediler ve kararı geciktirmeye çalıştılar. Bu arada, Hubbarda beş yıl saklandı ve savcılık tarafından suçlanamadan önce öldü. Bugün Scientology örgütü tüm bunları yalanlıyor ve gerçekleri tahrif ediyor; Scientology doktrini ile insanların ruhlarının temizlendiği, arındığı iddia edilirken engramlarla ruhsal tehlikelerin giderildiği öne sürülüyor ve bunun için de gittikçe yükselen pahalı ücretler ödeniyor. Örgütün son fiat listesinde, Hubbard tarafından "çiğ et" adı verilen hasta(!) adaylarından saatte 1000 $ istendiği ve 12,5 saatlik bir dönem için 12.500 $ alındığı görülüyor. Psikiyatrlar, seansların uyuşturucularla yapıldığını ve euphoria ile düşünce kontrolu yapıldığını belirtiyorlar. Bu tür seansların sonunda, yeni üyelere milyarlarca yıllık iş kontratları imzalatılıyor. Hubbard´ın sağlığında yayınlanan bültenlerde, "Para kazanın, daha çok para, para için gerekenleri yapın, ne olursa olsun onları yakalayın ve gerekeni yapın." deniyordu. Harriet Baker, bu emirlerin uygulanması ile acı bir şekilde karşılaştı. Baker 73 yaşındaydı, eşini kanserden kaybetmişti, bir Scientolojist acısının giderilmesi için onu ikna etti; paket bir seans için 1.300 $ ödeyecekti, bu bedel daha sonra 15.000 $´a yükseldi, bu arada Scientologlar kadının evi için borçlu olduğunu keşfettiler, 45.000 $´lık bir ipotek altındaydı, örgüt kadını baskı altına aldı, borcunu ödemesini engelliyorlar, paraya sürekli el koyuyorlardı. 1991 Haziran´ında Baker, kendisini E-metre ile sorgulamak isteyen iki örgüt üyesine kapıyı gösterdi ve tüm çabalarına karşın Eylül ayında evi satıldı. Noah Lottick kendisini öldürmesinden önce, örgüte 5.000 $ ödemişti, tavrı garipti. Ailesine Scientology tüccarlarının düşüncelerini okuduğunu söylemişti, babası kalp krizi geçirdiğinde, doktorlara karşı çıkarak, bunun fizyolojik değil, psikolojik nedenlere bağlı olduğunu iddia etmişti ve beş gün sonra intihar etti. Artık, herşey için çok geçti, Lottick´in cenazesinde "Noah´ın Dianetik doslarından" yazısının bulunduğu bir de çelenk vardı ama ortada örgütten kimse görünmüyordu. Bir hafta sonra, Noah´ın evine gelen örgütün bölge sorumlusu, acılı anne-babaya oğullarının mezardaki bedenlerinin mucizevi bir şekilde kaybolduğunu, ancak örgüte makul bir bağış yapılırsa yerine döneceğini bildirdi, sonuçta Lottick ailesi, bağış adı altında 3.000 $ ödedi.

Prozac´a ölüm...

Scientology örgütü, bağış toplamak adı altında çeşitli servisler oluşturdu, çabucak ilahi köprüyü geçip, aydınlanmaya ulaşmak istiyor musunuz? 1.250 $´lık bir bağış yapmanız yeterli; Fizik evrene neden Thetan bağlarıyla bağlı olduğunuzu bilmek istiyor musunuz? Hemen Hubbard´ın sesinden kaydedilmiş 52 teyp bantını alın, sadece 2.525 $; sonra arkasını da alabilirsiniz. Eğer Hubbard´ın altın yazılı, deri kaplı kitaplarının tamamına sahip olmak isterseniz, sadece 1.900 $ ödeyeceksiniz. Tuzaklar çekici ve bedeller yüksek; Scientology öylesine finans gücüne sahip ki, özel kuruluşlar oluşturdu; 1983´de kurulan Sterling Yönetim Sistemi, ABD´nin en hızlı büyüyen kuruluşları arasında, danışmanlık yapıyor ve çeşitli yayınları yönetiyor; 1988´de sermayesi 20 milyon $´ aşmıştı. Bir diş doktoru olan Gregory Hughes tarafından kurulduğu için, özellikle tüm ülkede diş doktorları arasında etkin ve yaygın. Bir diğer Scientology kuruluşu olan Mutluluk Yolu Vakfı tarafından, Amerika´daki halk okullarına Hubbard´ın görüşlerini anlatan 3.5 milyon broşür dağıtıldı. Vakfın 400 hektarlık bir kampüsü var ve burada Hubbard eğitimi yapılıyor. Vatandaş İnsan Hakları Komisyonu adını verdikleri bir örgütleri daha var ve bu örgüt psikiyatrlarla savaş halinde. Bu komisyon, özellikle de son dönemin mucize stres ilacı olan Prozac´a savaş açtı; Prozac´ın intiharlara ve cinayetlere neden olduğunu iddia ediyorlar, sürekli tv programları yaparak, posta aracılığı ile yüzbinlerce mektup yollayarak Prozac´ı ve bulucusu Eli Lilly´i durdurmaya çalışıyorlar. Bir diğer Scientology kuruluşu olan Amerika Stresli İş Adamları Birliği geçen yıl üniversite öğrencileri için 5.000 $´lık bir ödül koydu, ödülü kazanan en başarılı öğrencilere Scientology kuruluşlarında iş veriliyor. Örgütün siyasi etkisi çok güçlü; Batı Virginia Senatörü John D. Rockfeller IV, senatoda bu örgütü öven bir konuşma yaptı ve İllionis Valisi Jim Edgar, 13 Mart´ı "Hubbard Günü" olarak ilan etti. Scientology Kuruluşu´nun diet ve sağlıklı yaşama yönelik Sağlık Vakfı ve "Criminon" adını verdikleri alkol ve narkotik bağımlıları ile hapisten çıkanlara rehabilitasyon uygulayan Narconan, diğer iki kuruluş.

Travolta´ya santaj yapıldı mı?

Scientology´ye karşı olanlar soruyorlar; "Bilmek istiyoruz, bizim devletimiz nerede?" Los Angeles´lı avukat Toby Plevin; "Özel haklar tehlikede, her soruşturmacı ihtiyatlı olmalı, bu konuda her atılan adım yumurta kabuğu üzerinde yürümeye benziyor." diyor. FBI, üç yıldır Scientology Örgütü´nün peşindeler; Los Angeles FBI şefi olan Ted Gunderson; "Bana göre, ülkedeki en zekice operasyon Scientology hareketidir..." diyor. İnanç uzmanları, federal ciddiyetten umutsuzlar, otoritelerin yetersiz kaldığını düşünüyorlar; Scientology bir kanser kadar hızlı yayılıyor; "Scientology artık müteşebbis ve başarılı iş adamlarının elinde, Hubbard´ın ölmüş olması dahi farketmiyor, beyin fırtınası sürüyor. Korkarım gelecekte onları daha ön planda ve iş hayatında daha güçlü olarak göreceksiniz" Bu sözler, California Üniversitesi Nöropsikiyatri Enstitüsü Direktörü olan Louis West tarafından söylendi. Bazen örgütün büyük militanlarının durumu dikkat çekiyor; sinema oyuncusu John Travolta, uzun zaman boyunca örgütün sözcüsü olarak hizmet yaptı ama 1983´de örgütün yönetiminden hoşlanmadığını bir dergiye açıkladı ama arkası gelmedi ve bir daha konuşmadı. Eski ve kaçak Scientolog´lara göre, Travolta korkuyordu çünkü özellikle seksüel yaşamıyla ilgili tüm sırları ortaya dökülebilirdi çünkü Travolta bir homoseksüeldi ve bazı porno filmlerde oynamıştı. Bugün için Scientology, Amerika´nın en büyük halkla ilişkiler örgütü; örgütün ana stratejisi daha ilerlemek ama din-karşıtı bir kimliğe bürünmekten çekiniyorlar. İnanılmaz ama hem Amerikan İnsan Hakları örgütleri tarafından, hem de Amerika Ulusal Kiliseler Birliği´nce destekleniyorlar. Sonuç olarak para, Scientology´ye gerekeni sağlıyor. Muhalifler olsa da, kurbanlar ağlaşsalar da birşey değişmiyor, Scientology yöneticileri ve onların çok güçlü avukatları milyonlarca doları ceplerine doldurarak yollarına devam ediyorlar ve ister inanın, ister inanmayın bütün bunlar 1950´lerde yazılmış basit ve ucuz bir bilim-kurgu hikayesinden kaynaklanıyor;

Scientology ABD dışında ne yapıyor?

1960 ve 70´lerden sonra Ron Hubbard, çoğu zaman özel feribotlar hazırlayarak, dünyaya yönlenmişti; İngiltere, Yunanistan, İspanya, Portekiz ve Venezuela´da kampanyalara başlandı ama Scientology kendi ülkesindeki kadar başarılı olamadı. Avustralya´da bir mahkeme Scientology Kilisesi adını reddetti, Fransa´da bir diğer mahkeme, Hubbard´ı bir şarlatan olarak ilan etti. 1976´da İtalya, Milano´da 76 Scientolog tutuklandı ve mahkum edildi; savcı Pietro Forno; "Bütün kurbanlar daha iyi bir yaşam hayaliyle bunlara gitmişler ama Scientologlar sadece amatör birer psikolog ve yaptıklarının adı ise psikolojik terörizm..." diyordu. Kanada´da, Scientology Örgütü, ülkenin en ünlü insan hakları avukatı Clayton Ruby´i kendisine bağlayarak işe başladı ama birkaç ay sonra kendisi başta olmak üzere 9 Scientolog yargıç karşısındaydılar, dava Ruby´nin hukuki manevraları sayesinde hala sürüyor. İspanya´da Adalet Bakanlığı, Scientology´yi bir din olarak iki kez tanımladı; 1989´da Sağlık Bakanlığı örgüt için, "totaliter, saf ve basit bir şarlatanlık" diyordu; 26 örgüt şubesine baskın yapıldı, 11 Scientolog tutuklandı; Savcı Jose Maria Honrubia; "Gerçek amaçları sadece para" diyordu. Fransa´da 16 Scientolog, şarlatanlık ve illegal tıbbi uygulama ile suçlandılar, bu arada intihar eden bir endüstri-dizaynırın ölümünün ardında Scientology´nin bulunduğu anlaşılınca örgüt ciddi bir darbe yedi ve aralarında ünlü isimlerin de bulunduğu gruba karşı soruşturma başlatıldı ve örgüt merkezi kapatıldı.

Alman Parlamentosu´nda propoganda...

ABD dışında Scientology´nin en etkin ve başarılı olduğu ülke Almanya´dır; başta Münih olmak üzere hemen tüm Bavyera´ya yayıldılar; 1984´de 100 polis, örgütün Münih´deki merkezini bastı ve sayısız dökümana el konuldu, yine vergi yolsuzlukları aranıyordu ama olaya parlamentodan müdahale edildi. "Der Spiegel" in yazdığına göre, orta ve orta üstü düzeyde yüzlerce firmanın Scientology ile ilgileri vardı. Göründüğü kadarıyla Alman politikacılarına Scientology çekici geliyordu veya Scientology militanlarının yöntemlerini seviyorlardı, kimbilir belki de Nazileri anımsamışlardı. Mart 1991´de Hür Demokratlar, Helmut Kohl başkanlığında bir koalisyonu oluşturdular; bu arada Scientolog´lar Hamburg´a sızıp, örgütlenmişlerdi, aynı anda merkez muhalefeti oluşturan Sosyal Demokrat Parti, üyelerini uyararak, eski komünistlerin kilise tarafından sömürülmeye karşı uyanık olmalarını istedi. Bu sırada, Bundestag´da yani Alman Parlamentosu´nda Hubbard´ın broşürleri elden ele dolaşıyordu. Derken Dışişleri Bakanı Hans-Dietrich Genscher istemeden Scientologları onayladı; "Gerçekten, dünya daha güzel bir yer olmalı ve bu broşürde bu yol gösteriliyor, bir yaşam nedenlerle ve sorumlulukla anlamlandırılmış, kısacası çok daha dikkatli olmalıyız." Bu temel sempatiye rağmen Eylül 1996´da ünlü Scientolog ve sinema starı Tom Cruise´un başrolünü oynadığı "Görevimiz Tehlike" filmi Almanya´nın birçok yerinde büyük protestolarla karşılaştı ve boykot edildi, halk Cruise´ın şahsında Scientology´ye karşı çıkıyordu.
Anlayana dersler...

Evet, Scientology hakkında daha çok şey yazılabilir ve yazılacak ama şu an için altı çizilerek söylenmesi gereken birkaç sonuç cümlesi var; Birincisi Scientology, göründüğünden çok ama çok daha fazla gücü olan bir örgüt halinde, korkunç bir para gücü ve beyin yıkamaya yönelik bir yöntemi var. İkincisi çok hızlı yayılıyor ve Scientology tam anlamıyla bir din, bunun tartışılması dahi mantıksız ama bu din öncekilere hiç benzemiyor çünkü insan beynine doğrudan hücum ediyor, şu anda Hıristiyan ülkelerde etkin, Budizm´in ve İslamiyet´in etki alanlarında pek dolaşmak istemiyor ama kesin birşey daha var; eğer bu iki din insan kanı dökmekte ve sosyal baskı uygulamakta biraz daha ileri giderlerse Scientology ile kısa zaman içinde tanışacaklar çünkü öncelikle gerek Scientology, gerekse de ondan çok daha küçük olan benzeri mistik örgütler (Mahareshi´nin TM´i veya Moon Tarikatı gibi...) kan ve tehdite karşı kendi ruhsal yaptırımlarını ve yönelmelerini kullanarak, etkin olacaklar. Ötesini göreceğiz...


Kaynak: http://www.msxlabs.org/forum/kurumlar-ve-kuruluslar/6434-dunyayi-yoneten-gizli-orgutler.html#ixzz2VuerhzSY
Mesaj11.06.2013, 13:11 (UTC)    
Mesaj konusu:

siyasi yorum
S. Ali Kaemmakami


Filistin'de referandum önerisinde, Filistin meselesini ve İsrail'in varlığını uluslararası hukuk, bölgesel ve uluslararası Jeo-stratejik ve Jeo-politik açıdan inceleyip ilgili gelişmelere yer vereceğiz.


Filistin neresidir? bu soruya açık bir cevap verilmelidir.


Filistin'in eski adı Kenan diyarıdır. Bu beldede ilkin Kenanlılar-Filistinliler , daha sonra Fenikeliler, İbraniler, Amonlar, Muabitler, yaşamış bulunuyorlar. [1]


Yunan ve Makedonya'nın bu beldeye egemen olmalarından sonra, Kenan diyarı; batı'dan Akdeniz'e ve doğudan Şeria'ya (Ürdün nehrine) bağlandığı ve Filistinli kabileleri barındırdığı için Filistin diyarı olarak adlandırılmıştır.


Yunan, Roma ve Osmanlıların hakimiyeti döneminde de eski Kenan diyarına Filistin Beldesi denmiştir. [2]


200 ila 50 bin yıl önceye kadar, Paleolitik döneminde bu bölgede çeşitli insan kavimleri yaşamış bulunuyor.


10 ila 5 bin yıl önce mesolitik çağında yeni medeniyet dönemi başlamıştır.


3 ila 2 bin yıl önce Filistin Bronz çağına geçmiştir. [3]


Saldırgan bir kavim olarak Yahudiler Filistin bölgesine geçmeden önce bu beldede çeşitli insan kavimleri;Amuritiler, Kenanlılar, Hititler, Hiputiler, Finikeler, Yıbusiler ve diğer kavimler mö. bu bölgede yaşamış bulunuyor. [4]

İbraniler, Arami ve Sami ırkına mensup insanlar olarak bir rivayete göre Irak'ın UR (Mezopotamya) şehrinden diğer bir rivayete göre de kuzey Mezopotamya'dan Kenan diyarına göç ettiler. İbraniler-Yahudiler-diğer kavimlerle evlenip kan bağı kurarak çeşitli Yahudi kabilelerini oluşturdular. [5]

Yahudi kabileler; muharref Tevrat'a dayanarak kendilerini Ürdün, Sina çölü, Lübnan, Dicle ve Fırat bölgesi, doğu Akdeniz ve Kıbrıs Bölgelerinin maliki ve efendisi olarak nitelendiriyorlar. [6]

Yahudi kavimi, İnsan'ın en az 500 bin yıllık bilimsel yaradılış tarihini inkar ederek beşeri tarihi 5760 yıl önceye kadar dayandırıp sınırlandırarak, sadece kendilerini insan ve Allah'ın seçilmiş kavmi olarak tanımlıyor ve de diğer insan kavimlerine egemen olma hakkına sahip olduklarını ileri sürüyorlar. [7]


Yahudiler kendilerini Hz.. İbrahim ile Hz.. Sara'nın oğlu “Hz.. İshak”ın torunları olarak nitelendirip, Filistinlileri de Hz.. İbrahim ile Hz.. Hacer'in oğlu “Hz.. İsmail” in torunları ve kendilerinin doğal kölesi olarak addediyorlar . [8]


Nitekim Merkas incilinin 12. babında ve 26. ayetinde Allah, Hz.. Musa'ya hitaben buyuruyor ki:

''Ben İbrahim ve İshak'ın tanrısı ve Yahudi kavminin Allah'ıyım. ''

Meta İncil'inin 3. babında ve 8. ayetinde Hz.. Yahya Yahudi kavmi ve liderlerine hitaben diyor ki:

''Allah’ın gelecek gazabından kaçacağınızı kim size söylüyor, tevbe edin, Yahudi ve İbrahim soy'undan olmakla kendi kendinizi aldatmayın.

Merkas incilinin 7. babında ve 25. , 26. ve27. ayetinde Finikeli-Suriyeli- ve Yahudi olmayan bir kadın, Hz.. İsa (as) den kızı için yardım diliyor. Fakat Hz.. İsa diyor ki;''Ben ilkin kendi kavmimi yani Yahudilere yardımcı olmalıyım. kendi evlatlarımın ekmeğini ellerinden alıp köpeklere yedirmem iyi olmaz. ''

Elbette burada Tevhid ve insanlık için gönderilen, peygamber efendimiz HZ.. MUHAMMED (sav) tarafından da risalet'i onaylanan Hz.. İSA (as)de Yahudi ırkçılığıyla itham ediliyor.


İsrail kelimesinin kaydedildiği ilk metin Firavun 2. Ramses' in oğlu Merneptah'ın iktidarı döneminde ( mö. 1224 ila1232 ) yazılan bir tabelaya aittir. [9]Bu tabelaya göre Yahudi kabileleri henüz Filistin beldesine geçip konuşlandırılmamış bulunuyorlar. [10]


Ahdi atik -mukaddes- kitabına göre Hz. Yakup Yahova ( Allah ) ila güreş yaptı. Fakat Yahova 'nın uyluğu acıdı ve güreşi bıraktı. Yakup, Yahova den kendini kutsamasını istedi. Allah'da Yakub'u İsrail; yani Allah'la güreşen ve Allah'ı yenilgiye uğratan biri olarak onu kutsadı.


İbraniler, Yahudiler ve İsrailliler kavramı, eşanlamlı kavramlardır. Yahudiler kendi kavmi niteliklerini koruyabilmek için başka kavimlerle evlenmekten sakınırlar. [11]

İşte bu kavmiyetçi ve ırkçı anlayış , 19. yüzyılda modern Siyonizm'in temellerini attı ve ''Siyasi Siyonizm'' düşüncesi geliştirildi.




***


Şimdi Siyonist devleti temsil eden İsrail'in hukuki meşruiyetini tartışmada fayda vardır.





Uluslararası Hukuk'ta Modern Devletin Kuruluş Şartları:





*TOPRAK -ülke ( coğrafik alan) .





*NÜFUS (Millet) .





*Kesintisiz Siyasi ve İdari Düzen.





* HAKİMİYET (İç ve Uluslararası Meşruiyet, Meşru iç ve Uluslararası Kanunlar )dır. [12]





Bu İlkeler uyarınca İsrail devlet olgusunu incelemeliyiz:





1-Toprak -ülke faktörü uyarınca ''İsrail'' devleti diye bir olay var olmayıp, olmayacaktır da. Zira “etnik ve din”i[13] bir Devlet olan İsrail kurulmadan önce; “Modern Siyonizm” hareketi, Uganda'yı Yahudilerin asıl vatanı olarak seçmişti. Fakat bu etnik ve dinci hareket Osmanlı devletinin çökmesi ve Arap ülkelerinin İngiltere emperyalizmi tarafından işgal edilmesinden sonra ve de İngiliz liderlerinin telkinleri üzerine Filistin belde'sini Yahudilerin “Arz-ı Mevud”u olarak seçip ilan ettiler.





Demek ki Yahudi beldesi diye bir ülke -toprak- yoktu.








2-Devletin 2. unsuru Nüfus-Cemiyet ve Milliyet’e mensubiyettir:





Birinci dünya savaşı sonrası Filistin topraklarında bir milyon Filistinli-Yahudilere göre yok edilmesi veya köleleştirilmesi gereken İsmail oğulları Kenanlılar- ve 50 bin Yahudi yaşıyordu .





Demek ki devlet kuracak Yahudi nüfus birikimi ve yoğunluğu da söz konusu değildi.





3- Devletin 3. kurucu unsuru kesintisiz Siyasi ve İdari düzeninin varlığıdır:





Yahudiler Nüfus sayısınca çok az bir cemiyet oldukları için bu önemli ve etkin devlet kurucu faktöründen de yoksundular.





4--Devletin 4. kurucu unsuru Hakimiyettir:





Yahudilerin de bu gerçeği teslim ettikleri gibi en az 2000 yıl önceden ila 1948 yılına kadar Yahudiler “Hakimiyet” faktöründen de yoksundular .


Kaynak: http://www.msxlabs.org/forum/kurumlar-ve-kuruluslar/6434-dunyayi-yoneten-gizli-orgutler.html#ixzz2Vuez3ZQf
Mesaj11.06.2013, 13:12 (UTC)    
Mesaj konusu: Pentagon'a ne çarptı?

Bizzat Pentagon'un yayınladığı görüntülere göre Savunma Bakanlığı'na çarpan bir Boeing olamaz. Çünkü ne hızı, ne izi ne de tipi tutuyor

Pentagon'a saldırı anının güvenlik kameralarınca tutulan kayıtları, Mayıs 2006'da ABD'deki Information Act'e (Bilgilendirme Yasası) göre mahkeme kararıyla açıklandı. Görüntüler tüm dünyadaki basın organlarında yayınlandı. Çoğu kimse görüntülere şöyle bir bakıp geçti. Ancak 11 Eylül saldırılarına ve saldırıların oluş şekline hep "şüpheyle" yaklaşan Doç. Dr. Ümit Sayın bu görüntülerdeki eksik halkaları ortaya çıkardı. Durum son derece netti. Saldırı gerçek, görüntüler yalandı.

Haftalık Dergisi editörü Ozan Özhan'a konuşan Sayın; "11 Eylül siteleri halen görüntüleri inceliyor. Ben ise incelememi çoktan tamamladım. Eğer Pentagon'un yayınladığı bu görüntüler resmi ve gerçek ise -ki öyle olduğu iddia ediliyor birileri dünyayla dalga geçiyor. Çünkü hareketli görüntü, görüntüdeki uçan cismin hızının hesaplanabilmesi ve kare kare izlenebilmesi demek. Oysa kadrajdaki cisim Pentagon'a çarptığı iddia edilen Boeing'den en az 5 kat hızlı. Görüntüler üzerinde kesinlikle dijital müdahale var" dedi.

Sayın'ın bu çarpıcı çalışması, dünya basınında ilk kez Haftalık'ın son sayısında yer aldı.

Kaynak: http://www.msxlabs.org/forum/kurumlar-ve-kuruluslar/6434-dunyayi-yoneten-gizli-orgutler.html#ixzz2VufMo31h
Mesaj11.06.2013, 13:12 (UTC)    
Mesaj konusu: CIA eski ajanından ŞOK İTİRAF

1980 yıllarında CIA"nin İstanbul bölgesi şef yardımcısı olarak görev yapan eski CIA ajanı Philip Giraldi, "Ben orada iken İstanbul, Avrupa"nın en büyük CIA üssü idi" dedi. Rusların aksine CIA"nın Türk istihbarat servislerine sızamadığını öne süren Giraldi, buna karşın üst düzey bir Türk yetkilisi"nin büyük paralar karşılığında CIA için çalışmaya gönüllü" olduğunu iddia etti.

Çeşitli Amerikan dergi ve yayınlarında yayınlanan yazıları ile tanınan eski CIA ajanı Philip Giraldi, Balkanalysis adlı internet sitesinde yayınlanan söyleşide, CIA"nin İstanbul bölgesi şef yardımcısı olarak çalıştığı 1986-1989 döneminde İstanbul"daki durumu değerlerdirirken "Ben orada iken İstanbul, Avrupa"nın en büyük CIA üssü idi. Soğuk savaş devam ettiği için çoğu ajanlar, Boğaz"dan Akdeniz"e geçen Sovyet Deniz Kuvvetlerini izlemekle meşguldu" dedi.

ÇOK TEHLİKELİ İDİ

Söz konusu dönemde başta Ruslar ve Mısırlılar olmak üzere, İstanbul"da faaliyet gösteren diğer ülkelerin ajanlarını da dikkatle izlediklerini anlatan Giraldi, Ruslar ve Mısırlılar için de : Her ikisi Türk istihbarat servislerine sızmayı başarmıştı. Bu bizim yapamadığımız bir şeydi" ifadesini kullandı.

ABD"nin neden yapamadığının sorulması üzerine "CIA, Türkler arasında iyi kaynakları geliştirmek için büyük bir çaba göstermedi çünkü çok tehlikeli idi" dedi ve bunun nedenlerinden biri olarak "Türklerin karşı istihbarat konusunda çok agresif" olmalarını gösteren Giraldi, Türkiye"nin NATO"da " kilit bir oyuncu" olduğunu, bu nedenle istihbarat" yönünden çok hassas" sayıldığını belirtti. Giraldi "Bir Türk yetkilisini bizim için çalışmasını sağlamak, deşifre olması halinde yaratabileceği potansiyel tepki nedeniyle en yüksek düzeyde koordinasyon gerektirirdi" diye konuştu.

16 yıl CIA için çalışan terörle mücadele uzmanı Philip Giraldi, diğer bir soru üzerine CIA"dan para alan bir tek "üst düzey Türk yetkilisi" konusunda bilgisi olduğunu ancak bu kişinin çok büyük paralar karşılığında CIA"ya çalışmaya "gönüllü" olduğu iddiasında bulundu. Bu kişinin adının sadece en üst düzeye CIA yetkililerinin bildiğini söyleyen Giraldi, söz konusu Türk yetkilisi ile temasların çok dikkatle ve Türkiye dışında, Türklerin tanımadığı bir CIA görevlisince yürütüldüğünü öne sürdü.

Türkiye ile ABD"nin birbiri hakkında casusluk yapılmayacağı yolunda bir anlaşmanın bulunmadığını belirten Giraldi, CIA üyesi olduğundan süphelenen Büyükelçilik görevlilerinin dışarıya çıktığında izlendiğini, telefonlarının dinlendiği ve oturdukları dairelerine dinleme sistemlerinin yerleştirildiğini"ni öne sürdü.

Halen güvenlik konularında büyük şirketlere, kamu kurululaşlarına ve uluslararası teşkilatlara danışmanlık yapan bir şirketin kurucusu olan Giraldi, İstanbul"da çalıştığı dönemde başta İranlılar ve Libyalılar olmak üzere, uluslararası terörizm sorununa da odaklandıklarını anlattı. Bu konuda sık sık Türklerle birlikte çalıştıklarını belirten Giraldi, İran rejiminin mühaliflerini öldürmek istediğinde devrim muhafızlarından oluşan ekipleri Türkiye ve Batı Avrupa"ya gönderdiğini kaydetti.

ANKARA"DAKİ OPERASYON

İstanbul"da görevli olduğu dönemde teröre karşı gerçekleştirdikleri operasyonlardan örnekler veren Giraldi, bu çerçevede iki Libya ajanının, Ankara"daki ABD hava üssündeki bir düğünü bombalamaya hazırlandığı bir terörist operasyonu etkisiz hale getirmeyi başardıklarını kaydetti.

ABD"de "neocon" olarak tanınan, Irak savaşının ateşli taraftarı olan muhafazakarların, Irak savaşından beri Türkiye-ABD ilişkileri ile ilgili olumsuz değerlendirmelerine dikkat çekilmesi üzerine Giraldi, şunları söyledi:

"Elbette ki ilişkilerin soğuk gibi göründüğünü ve Türklerin, özellikle Kuzey Irak"taki PKK faaliyetlerine son veremediğimiz için ABD"ye karşı büyük bir güvensizlik duyduklarını biliyorum. Neoconların Türkiye"nin Suriye ve İran"a karşı yeni bir haçlı seferberliğe katıldığını görmek isterler ancak böyle bir şey yakında olmayacak.

Kaynak: http://www.msxlabs.org/forum/kurumlar-ve-kuruluslar/6434-dunyayi-yoneten-gizli-orgutler.html#ixzz2VufVOgmP
Mesaj11.06.2013, 13:13 (UTC)    
Mesaj konusu: 'GİZLİ EL' BOSNADA

Gerçek Fotoğrafı Çekebilmek

Bosna, 1990'lı yıllara dek çoğu insanın adını bile duymadığı bir ülkeydi. Çoğumuz bu ülkeyi ancak okullarda okutulan Osmanlı Tarihi derslerinden hatırlayabilirdik. Oysa 1992 yılının başından itibaren, Balkan yarımadasının ortasındaki bu ülke, hem dünya hem de Türkiye gündeminin en üst sıralarına yerleşti. Çünkü Bosna'da bir savaş, daha doğrusu, iyi silahlanmış saldırgan bir gücün silahsız bir halkı yok edişi yaşanıyordu. Eski Yugoslavya'nın dağılması sonucunda, kendisini Yugoslav topraklarının gerçek sahibi sayan Sırp milliyetçiliği, Bosna'daki Müslüman halka karşı sistemli bir soykırım, kendi deyimiyle bir "etnik temizlik" başlatmıştı.

Sırplar, Nisan 1992'de başlattıkları blitzkrieg (yıldırım savaşı) sayesinde Müslümanları bir kaç haftada yok edeceklerini ya da süreceklerini hesaplıyorlardı. Ama öyle olmadı. Başlangıçta hiçbir askeri gücü olmayan Müslümanlar, kısa sürede toparlandılar, Armija BiH'i (Bosna-Hersek Ordusu) oluşturdular ve hiçkimsenin ummadığı bir direnç gösterdiler. Savaş, 1995 sonbaharına kadar sürdü.

Ve bu savaş boyunca, tarihte eşine az rastlanır bir vahşet yaşandı. Sırplar tarafından öldürülen Bosnalı Müslüman sayısı 200 bini aştı. 2 milyon Müslüman evlerinden sürüldü. 50 bine yakın Müslüman kadına tecavüz edildi. Sırp toplama kamplarına alınan Müslümanlar inanılması zor işkenceler gördüler, on binlercesi sakat kaldı.

Tüm bunlar olurken Batı dünyasının gösterdiği tepkisizlik ise, belki de üzerinde en çok durulan konuydu. Doğru; savaş, 1995 sohbaharında Amerika'nın el koyması üzerine Dayton Anlaşması ile sonuçlandı. Ama 3,5 yıl boyunca bu müdahale çoktan yapılmış olabilirdi. Amerika, ya da genel olarak Batı dünyası, Sırplara karşı ilk anda eyleme geçebilir ve Müslümanların karşı karşıya kaldıkları vahşeti en başında durdurabilirlerdi.

Peki Batı neden böyle yapmadı, neden vahşeti engellemedi?

Bu, çok önemli bir sorudur. Kitapta bu sorunun gerçek cevabını birlikte bulacağız. Sorunun "gerçek" cevabından söz ediyoruz, çünkü savaşın başından bu yana öne sürülmüş olan başka cevaplar da vardır, ancak bu cevaplar tatmin edici değildir.

Bu cevapların en önemlilerinden biri, "Haçlı cephesi" tezidir. Buna göre, Batı'nın Sırplara olan tepkisizliği, hatta kimi "Sırp yanlısı" politikaları, Müslümanlara karşı oluşan bir "Haçlı cephesi"nin sonucudur. Bu argüman, Batı'nın Bosna politikasındaki belirleyici faktörün, bu medeniyetin sahip olduğu Hıristiyan kimliği olduğunu öne sürmektedir. Oysa bu, meseleyi açıklamaktan oldukça uzaktır.
Haçlı Seferleri Ortaçağ'da yapılmıştı. Bu çağ, Batı'nın Hıristiyan kimliğine en çok sahip olduğu dönemdi. Oysa Ortaçağ'ın ardından gelen; Hümanizm, Rönesans, Reform ve Aydınlanma hareketleri, Batı dünyasının Hıristiyan kimliğini büyük ölçüde yok etti. Modernizmle birlikte, Batı'nın esas kimliği Hıristiyanlık değil, sekülerizm oldu. Bugün Batılı ülkelerin yönetici elitleri, Hıristiyan bir zihin yapısından çok, seküler (din-dışı) bir zihin yapısına sahiptirler. Dolayısıyla Hıristiyanlığı ve "Haçlılığı" Bosna'daki vahşetin asıl sorumlusu olarak görmek doğru olmaz; bu faktörler ancak çok sınırlı bir psikolojik rol oynamış olabilirler.

Kaldı ki, Ortaçağ'daki Haçlı Seferleri bile Hıristiyan düşüncesinden çok ekonomik bazı çıkarlara dayanıyordu. Haçlıların Kudüs'ü hedeflemelerindeki asıl neden, İncil'in öğretileri değil, Doğu'nun dillere desten zenginliğiydi.

Haçlı cephesi tezinin bir başka yetersizliği de, Batılı ülkelerin Katolik ya da Protestan, Sırpların ise Ortodoks oluşunu göz ardı etmesidir. Bu ayrım önemli bir ayrımdır ve gerçek Haçlı Seferleri sırasında bile Batı Hıristiyanları ile Doğu Hıristiyanlarını birbirine düşürmüş olan bu mezhep ayrılığının etkisinin bugün giderilmiş olduğunu düşünmek akılcı olmaz.

Kısacası, Sırplarla Batı arasındaki ilginç ilişkiyi iki taraf arasında kurulmuş olan bir "Hıristiyan dayanışması"na bağlamak, oldukça yetersiz bir açıklamadır.

Bosna'daki vahşeti açıklamak için kullanılan bir diğer argüman, "Batı'nın Bosna'da çıkarı yok ki..." argümanıdır. Batılı güçlerin Bosna politikasını yorumlamak için öne sürülen bu açıklama da oldukça yetersizdir. Eğer Batılı güçler Bosna konusunda tamamen pasif davranmış olsalardı, bu açıklama kabul edilebilirdi. Oysa, Batı gerçekte pasif davranmamış, savaşa belirli noktalarda müdahale etmiş ve en önemlisi, bu müdahalelerle Sırplara örtülü destekler vermiştir. En çarpıcı örneği Müslümanlara uygulanan silah ambargosu olan bu Sırp yanlısı uygulamalar, Batı'nın pasif olmadığını, aksine ciddi bir Balkan stratejisi izlediğini göstermektedir. Kitabın içinde bu Balkan stratejisinin ortaya çıkardığı Sırp yanlısı uygulamalara daha ayrıntılı olarak değineceğiz.

Bu noktada, Batılı güçlerin ya da bu güçlerin dış politikalarını belirleyen unsurların içinde, ciddi bir Sırp-yanlısı ve anti-Müslüman eğilim olduğunu söyleyebiliriz. Savaşın 3,5 yıl sürmesini sağlayanlar, Müslümanların ellerini-kollarını silah ambargosu ile bağlayanlar, ölü diplomasi ile Sırplara zaman kazandıranlar, bu unsurlardır.

Peki ama, asıl olarak "Haçlı" değillerse, kimdir bu unsurlar? Sırplar ile söz konusu Batılı güçler arasında ne gibi bağlantılar olabilir?
Öncelikle belirtmek gerekir ki, bu bağlantılar Sırplarla "akrabalık" ilişkileri olamaz. Çünkü ABD'de ya da İngiltere, Fransa gibi Avrupa ülkelerinde sözü edilebilecek bir "Sırp lobisi" yoktur. Ya da Sırplara olan sempatilerini ilan etmiş ve onlar adına dış politikayı yönlendirmeye çalışan kayda değer gruplar yoktur. Dolayısıyla, Batılı ülkelerin Sırp yanlısı politikalarını, ancak Sırplarla stratejik bir ittifak yapmış olan ya da Sırpları stratejik yönden faydalı bulan grupların varlığıyla açıklayabiliriz.
Peki bu stratejik faktör ne olabilir?

İngiliz Başbakanı Lloyd George, 1917 yılındaki bir konuşmasında bu konuda aydınlatıcı yorumlarda bulunmuştu. George, 8 Ağustos 1917 tarihli konuşmasında Sırpları "Kapının Bekçileri" olarak tanımlamış, "Sırplar her zaman Avrupa medeniyetini doğudan (İslam dünyasından) gelen saldırılara karşı korumak için ellerinden geleni yapmışlardır" demişti. Bu yorumdan hareketle İngiliz tarihçi R. G. D. Laffan, 1917 yılında The Serbs: The Guardians of the Gate (Sırplar: Kapının Bekçileri) adlı bir kitap yazmış ve bu "kahraman ulus"un Osmanlı'ya karşı yürüttüğü mücadeleyi öve öve bitirememişti.

Lloyd George'un bu sözleri, geçici bir taktik ilişkiyi değil, çok uzun vadeli bir misyonu, bir stratejik konumu özetliyordu. Sırplar, asırlar boyu "Doğu"dan gelen "İslami tehdit"e karşı "kapının bekçileri"ydiler. Öyle de kalacaklardı.

Dolayısıyla, şu tezi öne sürebiliriz; bugün de Sırplar, Balkanlar'da bir "İslami tehdit" gören Batılı güçler adına "kapının bekçileri"dirler. Bosnalı Müslümanların karşılaştıkları cephe, "Haçlı cephesi" olmasa da, bir "anti-İslami cephe"dir. Kapının bekçilerinin ve o bekçilerin patronlarının oluşturdukları bir cephe.

Peki bu "anti-İslami" cephenin anatomisi nedir? Kapının bekçileri ile patronları arasındaki ilişki, yalnızca aynı seküler ve anti-İslami zihin yapısını paylaşmaktan kaynaklanan felsefi bir ilişki midir? Yoksa, iki tarafı bu zemin üzerinde birbirine bağlayan daha somut, elle tutulur bağlar da var mıdır?

İlerleyen sayfalarda, Sırplar ile Batı'daki anti-İslami güçleri birbiriyle ilişkilendiren bu bağlantıları inceleyeceğiz. Örneğin, seküler ve anti-İslami düşüncenin örgütlenmiş hali olan mason localarının, Sırplar ve Batılı güçler arasında son iki yüzyıl içinde oynadığı köprü rolünü ortaya çıkaracağız.

Ayrıca, Bosna'daki savaşta ciddi bir etkisi olmasına rağmen kendini perde arkasında tutmayı başarmış olan bir ülkenin, İsrail'in gerçek konumunu keşfedeceğiz. Önce Ortadoğu'da sonra da global düzeyde bir tür de facto "Anti-İslami Enternasyonal" oluşturma çabasındaki Yahudi Devleti'nin, Sırplarla olan askeri ilişkilerini gün ışığına çıkaracağız. Böylece; Rus-Yunan-Sırp dayanışması ya da Hırvat-Alman ekseni gibi bilinen ve gözle görülen faktörlerin yanında, gizli ve örtülü faktörleri de denkleme ekleyerek, Bosna-Hersek'te olanların gerçek fotoğrafını çekeceğiz.

Çünkü Bosna-Hersek; tarihi ve siyasi yönden Türkiye'nin bir parçasıdır, Türkiye'nin Bosna için yapması gereken daha pek çok şey vardır; bunların etkili bir biçimde yapılabilmesi ise, ancak gerçek fotoğrafı görmekle mümkün olabilir.

Şimdi gerçek fotoğrafı çekmek için araştırmaya başlayabiliriz. İlk yapmamız gereken, tarihin derinliklerine uzanmaktır. Çünkü 1990'lar Bosnası'nda yaşananların temelinde, tarihin getirip bıraktığı miras yatmaktadır

Kaynak: http://www.msxlabs.org/forum/kurumlar-ve-kuruluslar/6434-dunyayi-yoneten-gizli-orgutler.html#ixzz2VufhYkoQ
Mesaj11.06.2013, 13:14 (UTC)    
Mesaj konusu: Büyük Ortadoğu Projesi ve ABD nin Hegemonya Arayışı

Editör Haluk GERGER
Salı, 13 Aralık 2005
Büyük Ortadoğu Projesi: ABD´nin Hegemonya Arayışı

Amerikan tarihinde, 11 Eylül sonrası saldırılganlıkta görüldüğü ölçüde, değerler boyutunu bu denli ihmal edip de sadece askeri zora bel bağlayan bir yöneliş pek görülmemişti. Askeri alandaki rakipsiz üstünlük, ideolojik-politik tek merkezlilik avantajı, içerde şoven militarizmi besleyen tepkiler, küreselleşme sürecinin yarattığı varsayılan global değerler standartlaşmasına duyulan güven ve Soğuk Savaşı kazanmada Reagan’ın güç politikasının belirleyici olduğuna duyulan inanç gibi faktörlerin yarattığı fırsat algılamasıyla imparatorluk ihtiraslarına gem vuramayan bir ekibin öncülüğünde salt şiddetin gücüne dayalı strateji Bush yönetimince yürürlüğe konuldu. Bu stratejinin doğal bir başka parçasıysa, geleneksel ittifaklardan koparılmış bir tekyanlılığı içermesiydi. Artık Batı Avrupa’lı müttefiklerle ya da Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kuruluşlarla işbirliği en alt düzeye indirilecek ya da hatta gerektiğinde askıya alınabilecekti. En fazla, ihtiyaç duyulduğunda, tetikçilerle iş yapılacaktı.

Bu arada, uluslararası normların (bunların, uluslararası kurumlar gibi, büyük ölçüde emperyalist sermayenin ihtiyaç ve çıkarlarına göre oluşturulduklarına bakılmaksızın) görüntüde olsun gözetilmesinden de, kaçınılmaz olarak, vazgeçilecekti. Uluslararası ilişkilerde ve devlet davranışlarındaki norm-güç kullanım dengesinde ibre kesinlikle ve büyük oranda güçten yana kaydırılacaktı. Daha 1990 yılında, muhafazakar yönelişin ideologlarından bir yazar “Legalitenin Tehlikeleri” başlıklı makalesinde şöyle yazıyordu:

“Öyle zamanlar olabilir ki, Birleşik Devletler çıkarlarını, bir uluslararası oydaşma olmaksızın da savunmak durumunda kalabilir. Böyle bir durumda, uluslararası hukuk takıntısı Amerika’yı rehin alabilir.”[1]

Bu eğilim zamanla liberalleri de anaforuna aldı. New York Times yazarı Thomas Friedman güce tapınmayı, 2000 yılında yayımlanan The Lexus and the Olive Tree başlıklı kitabında, genel olarak kapitalizmin, özel olarak da küreselleşmenin özünü açığa çıkaran bir netlikle ifade etti:

“Pazarın gizli eli, gizli bir yumruk olmaksızın asla çalışamaz. McDonalds, F-15 jetlerinin yapımcısı McDonell Douglas olmadan gelişemez. Dünyayı Silikon Vadisi teknolojileri için güvenli yapan gizli yumruğun adı, ABD Kara Kuvvetleri, Hava Kuvvetleri, Donanması ve Deniz Piyadeleridir.”

Bu strateji, sonunda, Irak’ta teste tabi tutuldu. Amaç, hiç kuşkusuz, Irak’la sınırlı değildi; oradaki işgal sadece bir başlangıç olarak düşünülmekteydi. “Başlangıç”ın genel ilkelerini, daha 1997 yılında, aralarında Dick Chaney, Donald Rumsfeld, Paul Wolfowitz, Steve Forbes, Francis Fukuyama ve W. Bush’un kardeşi Jeb Bush’un da bulunduğu bir gurup tarafından yazılan raporda bulmak mümkün:

“20. yüzyıl sona ererken, Birleşik Devletler dünyanın en önde gelen gücü durumundadır. Batı’yı Soğuk Savaş’ta zafere ulaştırdıktan sonra Amerika hem bir fırsat ve hem de bir meydan okumayla karşıkarşıyadır: Birleşik Devletler, geçmiş yılların kazanımlarının üzerinde yükselme vizyonuna sahip midir? Birleşik Devletler, Amerikan ilke ve çıkarları açısından elverişli bir yeni yüzyıl biçimlendirme azmine sahip midir?
“[İhtiyacımız], güçlü ve bugünün ve geleceğin sorunlarını karşılamaya hazır bir askeriye; dışarda Amerikan ilkelerini cesaret ve bilinçle geliştiren bir dış politika; ve Birleşik Devletler’in global sorumluluklarını kabul eden bir ulusal önderliktir.
“Elbette, Birleşik Devletler gücünü nasıl kullanacağı konusunda ihtiyatlı olmalıdır. Ama global önderliğin sorumluluklarının kullanılmasıyla ilgili bedellerden kolayca kaçınamayız. Amerika, Avrupa, Asya ve Ortadoğu’da barış ve güvenliğin devamının sağlanmasında yasamsal bir role sahiptir. Sorumluluklarımızdan kaçınırsak, temel çıkarlarımıza tehditleri davet etmiş oluruz. 20. yüzyıl tarihi, bize, koşulları, kriz çıkmadan önce şekillendirmenin ve tehditleri de tehlikeye dönüşmeden karşılamanın önemli olduğunu öğretmiş olmalıdır. Geçen yüzyılın tarihi, Amerikan liderliği davasını sahiplenmemizi bize öğretmiş olmalıdır.”[2]

Rapora göre, Irak ya da Saddam rejimi ise, stratejik yönelimin, Körfez’e sarkmanın ve petrolü artık doğrudan Amerikan askeri varlığıyla ve belki de özelleştirerek ele geçirmenin bahanesini ve sıçrama tahtasını oluşturmaktadır:

“Gerçekten de, Birleşik Devletler on yıllardır Körfez bölgesel güvenliğinde daha kalıcı bir rol oynama imkanlarını aramıştır. Irak’ta halen çözülmemiş ihtilaf, şimdilik bir mazeret yaratıyorsa da, bölgede büyük bir Amerikan askeri varlığı bulundurma ihtiyacı, Saddam Hüseyin rejimi meselesini aşmaktadır.”[3]

Irak işgal edilirken bunun sadece bir başlangıç olacağı, ilk ağızda hedefin Suriye, İran olduğu ve hemen ardından da Suudi Arabistan ile Körfez’in düşürülmesinin geleceği herkesin bildiği bir sır olarak yaygın biçimde dillendirilmekteydi.

Baba Bush, 1991’de, “artık Vietnam Sendromunu Arabistan çollerine gömdük” derken bu yeni saldırganlığın kapılarının açıldığını belirtiyordu. Oğul Bush ve ekibi gerisini getirecekti.

Ne var ki, Irak’taki direniş denklemi kökten etkiledi ve değiştirdi. Salt zor ve şiddet, emperyalist terör, sadece bütün dünyada daha baştan yığınsal ve aktif biçimde yerilmekle kalmadı, sadece ABD içinde gittikçe artan sert bir muhalefet ve toplumsal kutuplaşma yaratmadı, esas olarak, Irak’ta anladığı dilden bir yanıtla da karşılaştı, askeri olarak açıkça yenilgiye uğratıldı. Bu, bütün Ortadoğu’da, yani ilk hedef bölgedeki özgüveni ve direniş kararlılığını da yükseltti.

Irak’taki direniş ve askeri basarıları o denli beklenmedik ve o denli etkiliydi ki, Vietnam’da uzun yıllar içinde, 58 bin kayıp ve içerde büyük ekonomik/toplumsal çöküşle gelen “Sendrom”, Irak’ta daha işgalin ilk yılı dolmadan ve kayıplar yüzlerle ifade edilirken ortaya çıktı.

Washington Post gazetesinin 29 Kasım 2004 tarihli nüshasında Brian Gifford, ölen Amerikan askeri sayısı 1200’ü, yaralıların sayısı da 10 bini aşmışken yazdığı yazıda Amerikan ordusunun Irak’ta içinde bulunduğu durumun Vietnam’dan da kötü olduğunu yazdı. Gifford’un bildirdiğine göre, dönemlerin asker sayılıranına göre hesaplandığında, Amerikan Silahlı Kuvvetleri Irak’ta, İkinci Dünya Savaşı’yla karşılaştırıldığında günlük ölüm oranına göre 4.8 kat daha fazla kayıp vermektedir. Bu oran, Vietnam’a göre de 0.25 daha fazladır.

Bu noktada, bütün burnubüyük saldıraganlık cüretine karşın ABD’nin onu çok zorlayan yapısal sorun ve zaaflarından da kısaca sözetmek gerekmektedir. Dünya nüfusunun ∞4’ünü oluşturan ABD, gücünün bir göstergesi olarak, dünya enerji pastasının %25-30’unu tüketmektedir ama, zaaflarının bir kanıtı olacak biçimde, dünya hapisane nüfusunun da %25’ini barındırmaktadır. Kendi parasıyla borçlanma lüksüne sahiptir ama dünyanın da en borçlu ülkesidir. Dünyanın en fazla sermaye çeken ülkesidir bir yandan, ama öte yandan da, 500 milyar dolarlara kadar yükselmiş bütçe açıkları ve 600 milyar dolara yükselmiş ticaret açığıyla da, çarklarını çevirebilmek için her gün 1.5 milyar dolarlık bir sermaye transferine de gereksinim duymaktadır bu ülke. Resmi rakamlara göre yaklaşık 40, bazı tahminlere göre de 80 milyon insanın yoksulluk sınırının altında yaşadığı bir zenginlik ülkesidir aynı zamanda ABD. ABD, dünyada vatandaşlarını en fazla idam eden, çocukları ve zihinsel özürlüleri en fazla infaz eden ülkeler arasında da en üstlerdedir. Silahla işlenen cinayetlerde de birinciliği kimselere kaptırmamaktadır. Onmilyonalarca insanın, uyuşturucu, alkol, kronik işsizlik ve şiddetle örülmüş yasam koşullarında çu®u†uldüğü bir ®uya ülkesidir burası. Artık bütün dünya ülkelerinin toplamından daha fazla askeri harcama yapar duruma gelmiştir ama bu gücünü arttırmaktan ziyade zaaflarını derinleştirmeye yaramaktadır. Dünyaya kültürünü, hayat tarzını yaymakta büyük etkiye sahiptir ama aynı zamanda bugün dünyanın en nefret edilen ülkesi konumundadır da.

Bu koşullar altında, ABD’nin Irak’taki durumu “batağa düşmek” olarak nitelendirmek yanlış olmayacaktır. Şayet işgalci , işgal ettiği yeri denetim altında tutamıyor, “kabul edilebilir” kayıplarla işgali sürdüremiyor ve kendi çıkışının “makul” imkanlarını yaratamıyor, yani bir biçimde yenilgi sayılamayacak bir geri çekilmeyi başaramıyorsa, batağa saplanmış demektir. ABD o durumdadır ki, son seçimlerde görüldüğü gibi muhalefet (Kerry) de bir “çıkış” imkanına, ya da aynı anlama gelmek üzere, işgali sürdürmekten başka bir seçeneğe, sahip olmadığını itiraf etmek zorunda kalmıştır. Süreklileşme zorunda kalan bir işgalse, tanımı gereği, bataklık anlamına gelmektedir. Körfez Savaşı sırasında da görevde olan Baba Bush’un şahin dışişleri bakanlarından James Baker, bu yılın başında Rice Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada, kalıcılaşmış bir işgalin hem içerde, hem dışarda olumsuz sonuçlar doğuracağını söylemek zorunda kalmıştır. “Bataklık” da tam budur işte: İşgal sürdürülemnez olur, sorunları ağırlaştırır, dolayısıyla görüntüde olsun biran önce çıkmak gerekir ama başarılamaz. Sonrası, kendi cenderesi içinde kıvranmak, debelendikçe batmak ve sonunda da boğulmak...

ABD’de üstelik egemen çevrelerde ve bilhassa da CIA içinde ve askeri çevrelerde çatlak sesler çıkmakta, homurdanmalar daha yükselmekte, çaresizlik ve askeri başarısızlıktan şikayetler artmaktadır. ABD’nin Irak’ta sadece moral ya da politik olmayan, çok ciddi bir askeri boyutu da bulunan yenilgisini bir abartma olarak görme ve kabul etmeme eğilimindekilere en iyi yanıtla kanıtı doğrudan Amerikan Genelkurmay Başkanı Richard Myers, üstelik Amerikan Senato’sunda vermiştir. General Myers, Senato’da 12 Mayıs 2004’de yaptığı konuşmada aynen şöyle demiştir:

“Irak’ta askeri olarak bir yenilgi söz konusu olamaz. Aynı zamanda Irak’ta askeri olarak kazanmak da mümkün değil. Bu süreç uluslararasılaştırılmalıdır. Birleşmiş Milletler yönetim rolünü oynamak zorundadır. Bana göre sonunda kazanmamızın tek yolu budur.”

Bu konuşmadan 5 gün sonra, Carnegie Vakfı’nın üst düzey mensupları olan Joseph Cirinciona ve Anatol Lieven ise, Amerika’nın içinde bulunduğu durumu şöyle belirtiyorlar:

“Amerika’nın Irak’taki konumu sürdürülemez durumdadır. ABD, Necef ve Felluce’yi yerle bir etmek için yeterli kaba askeri güce sahiptir, ama aynı zamanda anlamıştır ki, sadece Irak’taki girişimini değil, bütün Ortadoğu’daki konumunu berhava etmeksizin bu gücü kullanamaz.
Bu askeri yenilginin üzerine -içeride yarattığı yankılar bir yana -Malezya’dan Fas’a kadar bütün Müslümanların öfkesini körükleyen Ebu Garib hapishanesinin ahlaki yenilgisi de eklendi. 1974 yılında, Başkan Richard Nixon, popülaritesinin en düşük olduğu dönemde teselliyi buyur edilip ağırlandığı Mısır ziyaretinde bulmuştu. Bugün dünyada Başkan George W. Bush’un ziyaret edebileceği tek bir Arap başkenti yoktur.
Bu iki yenilginin sonucu olarak, Amerika’nın diğer Müslüman devletlere karşı askeri güç kullanacağı yönündeki tehditlerinin de boş olduğu açıktır. Kullanılamayacağı ispatlanmış bir güç, gerçek bir güç değildir. Amerikan Ordusunun halihazırdaki bu zayıflığının açığa çıkması ABD’nin sadece Irak’a değil bir bütün olarak Ortadoğu’ya yönelik stratejisinin köklü bir şekilde yeniden değerlendirilmesini zorunlu kılıyor.
Şayet ABD, Irak’ı yeniden istikrarlı bir hale getirecek ve kendisinin er geç gerçekleşecek olan geri çekilmesini kolaylaştıracak bir bölgesel koalisyon düşünüyorsa, bunun için bir ön adım gereklidir. Washington’un Irak’ı uzun vadede bir Amerikan Askeri Üssü olarak kullanma yönündeki niyetini kesinlikle terk etmesi gerekmektedir. Etkin bir uluslararası barış gücü tesis edilir edilmez güçlerini çekeceğini kabullenmelidir.
Bu, ABD’nin, sayısı 2000’i bulan çalışanıyla dünyanın en büyüğü olması kararlaştırılmış Bağdat Büyükelçiliği’nde dramatik bir küçültmeyle başlatılmalıdır. Büyükelçi John Negroponte, 1980’lerde Honduras’ta merkezi kontrgerilla programını yürüttüğü gibi, ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik rejim karşıtı operasyonlarını Bağdat’tan yürütmek üzere teçhizatlandırılmamalıdır.”[4]

Şimdi bu noktada okurun dikkatini hem General’in, hem de sivil ideologların söylediklerindeki bir başka ortak noktaya çekmek ve bunu Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ile ilintilendirmek gerekmektedir. General Myers yukarıdaki konuşmasında sürecin “uluslararasılaştırılması”ndan, Birleşmiş Milletler’in devreye girmesinden sözederken, Cirinciona ve Lieven köklü stratejik değişikliğini gündeme getiriyorlar ve “bölgesel koalisyon”dan, “etkin bir uluslararası barış gücü tesis”inden sözediyorlar.

Aynı günlerde, 10 Mayıs 2004 tarihinde Sebastian Mallaby, önerilen strateji değişikliğini ve “uluslararasılaşma”yı açıklığa kavuşturuyordu:

“... Bush’un ekibi, güvenliğin, uygarlık değerlerini çevre ülkelere yaymaya bağlı olduğu yönündeki emperyalist bakışa yönelmiş durumda. Emperyalizm doğru teşhisi koydu -çöken devletler, kaos ve yoksulluk bizleri tehdit etmektedir- ancak yanlış reçeteyle: tek başına müdahale. Amerika’nın demokratik ve eşitlikçi ideallerinin zaferi Bush’un çıplak Amerikan Emperyalizmi’ni dünyanın geri kalan kısmında istenmez kılıyor; yumuşak gücümüz sert gücümüzü sınırlandırıyor.
Gerekli olan şey, uluslararası kurumlar tarafından meşrulaştırılmış ve bir noktaya kadar onlar tarafından yürütülen yeni tarz bir emperyalizmdir. Bir dahaki sefer, Irak gibi bir başka yere girdiğimiz zaman, tartışılmaz bir uluslararası yetkiye sahip ve beynelmilel ulus inşa etme uzmanlarının desteğini arkamıza almış olduğumuzdan emin olmamız gerekiyor. Bu da yeni bir tartışmaya ihtiyacımız olduğunu gösteriyor: Enternasyonalist emperyalizm daha iyi uluslararası kurumlar olmaksızın iş göremez.
Bu kısa sürecek bir tartışma olmayacaktır elbette. Ancak en azından önleyici savaşları meşrulaştıracak ve vetoya tutsak olmayacak bir imkana ihtiyacımız var: BM Güvenlik Konseyi’nde, Rusya ve Fransa gibi aktörlere herşeyi engellme gücü vermeyen ama yine de önemli söz hakkı tanıyacak bir ağırlıklı oy mekanizmasına sahip olmalı. Ve ulus yapıcı (nation–building) uzmanları birararada toplayacak uluslararası bir kuruma ihtiyacımız var. Mali bir kriz ortaya çıktığında Uluslararası Para Fonu var. Bir güvenlik krizi ulusal inşayı gerektirdiğinde de Uluslararası Yeniden İnşa Fonuna ihtiyacımız olacaktır.”[5]

Büyük Ortadoğu Projesi’nin ilk anlamı da burada ortaya çıkmaktadır. BOP, bir yanıyla, ABD’nin içine düştüğü çıkmazdan kurtulabilmek için başta Batı Avrupa’lı müttefikleri ve NATO olmak üzere başka ülkeleri ve BM gibi uluslararası kuruluşları bir biçimde devreye sokma girişimidir. Burada elbette, esas olarak, söz ve yetki sahibi ortaklar yerine daha çok “kestaneleri ateşten alacak” uyduların yaratılması amaçlanmaktadır ama işgal harekatının başında müttefiklerini, BM’yi, dünyayı dinlemeyeceğini, gerekirse tek başına Irak’a gireceğini küstah bir dille açıklayan ve bunu da yapan bir ülkenin siyasetindeki değişikliği de not etmek gerekir. Ne denli taktik mülahazalarla ve içtenliksiz bir biçimde yapılırsa yapılsın, BOP Amerikan emperyalizmi açısından kuşkusuz bir geri çekilmeyi ifade etmektedir ve bunun temel nedeni de Irak Direnişi karşısındaki çok yönlü yenilgilerdir.

BOP’un ve sonraki gelişmelerin temsil ettiği geri çekilme, ABD açısından, esas olarak NATO dolayımıyla Batı Avrupa’yı ve lojistik destek görevleriyle sınırlandırılmış olarak da BM’nin devreye girmesine sarı ışık yakılması biçiminde ortaya çıkmaktadır. ABD, Avrupa emperyalizminin kendisine yönelttiği temel eleştiri olan “tekyanlılık”tan bir tür “emperyalist ortaklık” projesine dönüş yaptığını gösteriyor BOP ile. Bunun taktik bir yaklaşım, bir aldatmaca, bir samimiyetsizlik örneği olduğu düşünülse de, BOP, ABD önderliğinde bir tür emperyalistlerarası işbirliğini öngörüyor gerçekten de.

BM’nin (Irak içinde gerçekleşmeyen) lojistik destek ve “incir yaprağı” işlevini biryana bırakırsak, sözkonusu ortaklığın NATO dolayımıyla yapılmaya çalışılması zorun plandaki stratejik öneminin değişmediğini gösteriyor.

NATO, ABD’nin Sovyetler Birliği’ni kuşatma ve boğma stratejisinin bir ürünü ve kılıcıydı bir bakıma. Öte yanıyla da, mazlum halklar dünyasındaki “ulusal kurtuluşcu” devletleşmeyi denetim altına almanın bir aracıydı. ABD, her iki amaç için de Ortadoğu’da ve Asya’da da bölgesel NATO’lar kurmayı ve bunların Amerikan emir-komutası içinde organik bir saldırı aygıtı olarak kullanmayı hedefliyordu.

Önce, Sovyetler Birliği bir “demir ve çelikten bir mengene” içine sıkıştırılacak, militer paktların cenderesinde öğütülecekti. “Kuşatma” (Containment) stratejisinin esin kaynağı ABD’li diplomat Kennan, her bakımdan tecrite alınacak ve dolayısıyla da doğal yaşam imkanlarından mahrum bırakılacak Sovyetler Birliği’nin, bir de, “Parti’nin birliği ve verimi ortadan kaldırılırsa” “bir gecede ulusal toplumların en güçlüsünden en zayıf ve zavallısına dönüştür”ülebileceğini yazıyordu. Amaç, Sovyetler Birliği içindeki “çürüyüş tohumları”nı harekete geçirmekti.[6] Bunun için Avrupa’daki NATO’ya “Ortadoğu NATO”suyla “Asya NATO”sunun da eklemlenmesi gerekmekteydi.

Bu askeri paktlar zinciri büyük Asya’yı da kuşatmış olacaktı. İşin bu boyutunu daha o zaman Scott Nearing görmüştü:

“ABD askeri liderlerinin gördüğü biçimiyle resim şudur. Asya, Türkiye ve Arabistan’dan Formaza’ya, Filipinlere, Okinowa, Japonya ve Aleusian’a değin çembere alınacak ve Pakistan’da yeni açılacak olanlar da dahil ABD’nin hava üsleri tehdidi altında yaşayacak ve ABD’de eğitilmiş, ekipmanı ABD tarafından sağlanmış; Türkiye, Pakistan, Hindi Çini, Formaza, Kore ve Filipinler’de kurulacak ordularla Asyalılar, Asyalılara karşı savaşacaktı. Asya denizleri, Süveyş’ten Boğazlar yoluyla Çin Denizi ve Uzak Pasifik’e Amerikan donanmasınca denetlenecek, Hint ve Pasifik okyanusları da temel amacı Amerikan şirketlerinin petrol, kalay ve kauçuk gibi temel hammadeler üzerindeki çıkarlarını ve yatırım ve malları için kârlı pazarlarının korunması olan Amerikan militarizminin çelikten pençesi içinde tutulmuş olacaktı. Bugün, Asya’nın ekonomik bakımdan ele geçirilmesini, sömürülmesini, askeri olarak egemenlik altına alınmasını ve siyasal manipülasyonunu hedefleyen bu program ancak kısmen gerçekleşmiştir. Büyük kısmı hala kağıt üzerindedir.”[7]

“Ortadoğu NATO”su hiç gerçekleşmedi. Asıl hedef Arap ülkelerinden sadece Irak’ın katıldığı Bağdat Paktı, anlaşmayı imzalayan hükümetin devrilmesi ve yeni yönetimin ayrılmasıyla, çok kısa sürdü. Yerine konan CENTO’da ise hiç bir Arap ülkesi temsil edilmiyordu. Avrupa ile Asya arasındaki hayati militer zincir de, İran ve Türkiye gibi tetikçilerle birbirlerine bağlanmaya çalışıldı. İşte NATO’nun 2004 Haziran’ındaki İstanbul zirvesinde NATO’nun bölgeye sızma düşü de zayıf bir biçimde gerçekleşmiş oldu. Afganistan’da bulunan NATO, artık “Irak polis gücünü eğitmek” üzere Irak’a da demir atmıştır. Bu, elbette, NATO’nun bellibaşlı Avrupa’lı üyelerinin çekinceleriyle şimdilik zayıf bir hamledir. Ayrıca, ABD’nin gücüne dayanarak ve uyum koşullarında gündeme gelen eski düş, bugün, uyumsuzluk koşullarında ve daha da önemlisi ABD’nin güçsüzlüğünden kaynaklanarak gerçekleştiriliyor. ABD’nin sıkışmışlığından yararlanarak kapısından kovuldukları bölgeye bu kez pencereden sızma fırsatını yakalayan, bu arada ABD’nin yenilgisini “sistemik felaket” olarak gören ve fakat tetikçilik de yapmak istemeyen Avrupa’lılar bu serüvende nasıl bir rol alacaklarını henüz tam olarak kestirebilmiş değiller.

Bununla birlikte, BOP ile birlikte gündeme bir Kautskiyen düşün, bir “ultra/süper emperyalizm” denemesinin sokulduğu da bellidir. Yani, yukarıda çeşitli Amerikalılardan yapılan alıntılarda sözüedilen “uluslararası emperyalizm”in BOP ile pratik işler gündemine getirildiği bellidir. Tabii bunun pek de onların sandığı kadar “yeni” olmadığı da biliniyor.

Bilindiği gibi, Alman sosyaldemokrasisinin önderlerinden Karl Kautsky, emperyalizmi, onun yolaçtığı savaşları ve silahlanmayı, “kapitalist rasyonallik” açısından zararlı bulmuş, kapitalistlerin kendi yıkımlarını getirecek bu yoldan ayrılacaklarını ummuştur. Kautsky, bu yükler karşısında, sermayenin “işbirliğine ya da ortaklığa” dayalı bir “ultra emperyalist” akılcılığı hayata geçirmesinin mümkün olduğu tezini işlemiştir. Kautsky, sermayenin bu kısırdöngüden çıkabileceğini savunmuş ve emperyalistlerin, birbirleriyle savaşmadan, dünyayı ortaklaşa yönetip sömürebilecekleri bir düzenlemeyi hayata geçirmeye muktedir olduğunu iddia etmiştir:

“Dünya savaşından sonra silahlanma yarışını sürdürmek için kapitalist sınıfın kendi bakış açısından değil, çoğu kez, kimi silahlanma çıkarları açısından bile ekonomik bir zorunluluk yoktur. Tam tersine, devletlerarası çatışmaların son derece tehdit ettiği şey, kapitalist ekonomidir. Bugün her uzak-görüşlü kapitalist kendi yoldaşlarına şöyle seslenmelidir: Dünya kapitalistleri birleşiniz!.. [S]avaştan önce bile, Balkan Savaşı´ndan bu yana hem silahlanmanın, hem de sömürgeci genişlemenin maliyetinin sermaye birikimi ve sermaye ihracının hızlı ilerlemesini tehlikeye atan, bu yüzden de, kapitalizmin kendi ekonomik temellerini tehdit eden bir düzeye ulaşmış olduğu apaçık durumuna gelmiştir...Silahlanma yarışı ve bunun sermaye piyasası üzerindeki istemleri artarak sürmeye devam ederse, savaştan sonra da durum daha iyi değil, daha kötü olacaktır. Böylelikle, emperyalizm kendi mezarını kazıyor. Kapitalizmi geliştirme aracı olmaktan, bir engel durumuna geçiyor...[K]apitalizm proletaryanın artan politik muhalefetiyle harap edilebilir, ama ekonomik bir çöküntüyle ortadan kalkması için bir neden yoktur. Tersine, emperyalizmin şimdiki politikasının sürdürülmesi böylesi bir ekonomik yıkımı, aşağı yukarı zamansız bir şekilde getirecektir...

Dev fabrikaların, dev bankaların ve milyarderlerin amansız rekabeti küçükleri yutan büyük mali güçler karteli düşüncesine yol açmıştır. Emperyalist büyük güçlerin dünya savaşından da, onlar arasındaki en güçlünün bir federasyonu sonucu dogabilir ve bu, silahlanma yarışına son verecektir.

Bu yüzden, salt ekonomik açıdan, kapitalizmin bir başka yeni evreyi, kartellerin politikasının dış politikaya aktarılmasını, bir ultra-emperyalizm evresini yasayabilmesi dışlanmış değildir.”[8]

Lenin’in aktardığı iki ayrı yazısında ise, şöyle demektedir Kautsky:

“Sermayedeki yayılma dürtüsü emperyalizmin baskı ve şiddet yöntemleriyle değil, barışçı demokrasiyle en elverişli ölçülere ulaşabilir...
“ Bugünkü emperyalist siyasetin yerine, ulusal mali-sermayeler arasındaki savaşımın yerine uluslararası düzeyde birleşmiş mali-sermayeyle dünyanın ortaklaşa sömürüleceği yeni, ultra-emperyalist siyaset alamz mı? Kapitalizmin bu yeni aşaması her halde anlaşılır bir şeydir...”[9]

Bu savlara Lenin’in teorik ve hayatın tarihsel-pratik yanıtları biliniyor. Bugün yanıtlamamız gereken soru, BOP’un, en azından Ortadoğu’da, Kautskyen bir düş olarak bir tür “ultra-emperyalist” ortaklığı öngörüp görmediği ve böyleyse, bunun mümkün olup olmadığıdır. Bölgede ve dünyada gelecek bir bakıma bu Projenin sonuçlarına göre biçimlenecektir.

Şimdilik, Ortadoğu’da, BOP ile, ABD, Kautsky’nin sözünü ettiği türden “en güçlüsünün önderliğinde” bir ortaklık öneriyor. G-8’lerin ve NATO’nun toplantılarındaki Amerikan tavrı bu yöndedir. Bu “ortaklık”ın, Lenin’in Kautsky’e verdiği yanıtlarda görülen türden çelişkiler, egemenlik ve tam denetim dürtüsü, hasmane rekabetle örülü olduğu da açık. Bu, hem ABD’nin, konumundan kaynaklanan doğallığı içindeki, “ortaklık” anlayışının karakterinde, hem de ötekilerin yaklaşımını belirleyen faktörlerde görülüyor. Emperyalistler arasındaki “ortaklık” ancak bu kadar bir “vizyon”la ve “rasyonellik”le gündeme gelebiliyor.

Bu durumda, iki olasılıktan sözetmek mümkün: Ya BOP ölü doğmuş olarak sessiz bir biçimde gömülecektir ya da (küresel rekabetin yıkıcılığı; hegemonik gücün pek çok alanda ve Irak’ta kan kaybetmekte oluşu; bizatihi direnişin ihraç ettiği çelişkiler; güçlü olanın tam denetim dayatma güdüsü; hasmane rekabeti kamçılayan obur iştiha ile sınırlı kaynaklar ve benzeri pek çok başka faktör gibi nedenlerle) emperyalistlerarası çelişki ve çatışkılar bölgeye de aktarılacak, istikrar yerine yeni unsurlarla beslenen kaos derinleşecektir.[10]

ABD yöneticileri, özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra, esas olarak, kritik Körfez bölgesine ilişkin iki önemli tesbir ve teşhiste bulundular. İlki, bölgede Amerikan desteğiyle şimdioye kadar ayakta durabilmiş ve emperyalizme önemli hizmetlerde bulunmuş rejimlerin artık arkaik, toplumsal dayanaklardan yoksun, tecrit edilmiş bir konumda oldukları yönündeydi. Bir başka ifadeyle, artık bunların ipiyle petrol kuyusuna inilemezdi. İkinci, ve daha önemli olarak da, kendi önlenemez çürümüşlükleri içinde bu rejimlerin bizatihi kendilerinin istikrarsızlık kaynağı oldukları ve yarattıkları bataklıkta sürekli muhalefet (“terörist”) ürettikleriydi. Bu, belli ölçülerde bütün Ortadoğu’yu kapsayan bir anlayışa da dönüşmekteydi. Bu durumda ABD, bölgede, sadece bir rejim ya da daha doğru bir deyişle personel değişikliğiyle yetinemezdi, bir kapsamlı toplumsal dönüşme, düzen değişikliğine ihtiyaç vardı, ABD’nin emperyal çıkarlarının yeniden sağlam dayanaklara kavuşabilmesi için. Bu dayanakların artık arkaik, tarih dışına düşmüşlerle tepeden değil, düzen ve toplumun kendisinde yaratılması, yani “organik” olmaları, dolayısıyla da bir “organik hakimiyet” tesisini olanaklı kılmaları gerekirdi.

Amerika’lı ideologlardan Richard Haas, Intervention (Müdahale) başlıklı kitabında şöyle diyor:

“Askeri güçle belli kişileri hedef almak zor...ABD’nin politik önderlikte değişiklik yapmak için [askeri] güç kullanma çabaları, Libya’da Kaddafi, Irak’ta Saddam ve Somali’de Aidid örneklerinde olduğu gibi, başarısız oldu...Güç politik değişimi nisbeten mümkün kılacak bir çerçeve yaratabilir ama, olağanüstü istihbarat ve biraz şanstan da daha fazlası olmaksızın, gücün kendi başına spesifik siyasal değişiklikleri ortaya çıkarması pek pek mümkün değildir. Böylesi değişiklik olasılığını arttırmanın tek yolu, millet inşa etme (nation-building) gibi hayli kapsamlı müdahalelerden geçer. Bu ise, önce bütün muhalefeti yok etmeyi ve sonra da bir başka toplumu temelden yeniden yapılandırmayı mümkün kılacak işgali gerektirir...[Bu süreç], tüm yerel muhalefeti yenmeyi ve silahsızlandırmayı ve meşru güç kullanımı üzerinde tekel ya da yarı-tekel hakimiyete sahip bir politik otoritenin [tesisini içerir].”[11]

Burada söylenenler tam da ABD’nin Irak ve Ortadoğu’da yapmak istedikleridir. Söylencedeki Tanrının insanı kendi gül cemalinden yaratması gibi ABD de Ortadoğu’yu, ve giderek, insanlığı kendi hayat tarzından yeniden oluşturmak istemektedir. Ortadoğu’da istenen yeni bir insan, yeni bir toplum, millet, din, kültür inşasıdır. BOP bunun girişimidir.

Bu, aynı zamanda, Amerikan emperyalizminin “hakimiyet” yöntemine ilişkin bir ayırdedici özelliğine de uygundur. İngiliz tarihçi Hobsbawm şöyle diyor: “Ondokuzuncu yüzyıl İngiltere’sinin aksine, Amerika, devrimci bir ideolojiye dayanan bir devrimci güçtür. Devrimci Fransa ve Sovyet Rusya gibi, Amerika sadece basit bir devlet değil, aynı zamanda, dünyanın belli bir biçimde dönüşümüne adanmış bir devlettir.”[12] Dolayısıyla da, “Amerikan emperyalizminin kurduğu bağımlılık ilişkisi önemli bir farklılık göstermektedir. ABD hakimiyetini, belirli işbirlikçi odaklardan ziyade, ya da onlara ek olarak, daha farklı bir düzeyde kurmakta ve yürütmektedir. ABD, hakimiyeti altına aldığı bir ülkede, o ülkenin düzenine içkin bir özellik kazanmakta, bir başka ifadeyle o düzenin doğrudan içsel, organik bir parçası olmaktadır. Bu haliyle de, dışsal bir unsur olmaktan ziyade, daha çok, düzen ile füzyona girmekte, toplumsal dokuya nüfuz etmekte, kurumlardan hayat tarzına, bürokrasiden kültürel iklime, toplumsal ruhi şekillenmeden seçkinlere, bilim kurumlarından medyaya, giderek, neredeyse solunan havaya, içilen suya karışarak hayatla bütünleşmekte, bir tür hamhal olmakta, düzen içinde erimektedir. Bu tür egemenlik sistemi, dolayısıyla, kolay elde edilemeyecek olan bir değerler hegemonyası üzerine kurulmakta, organik bir entegrasyonla yürütülmektedir. İçsel, organik bir unsur olarak Amerikan emperyalizmi artık görünmez eliyle “domestik” olarak hükmünü icra etmektedir.

Bu anlattığımıza en güzel örnekler, İnkinci Dünya Savaşı’ndan sonra “kıvam”a getirilen Almanya ve Japonyadır. Buralardaki kalıcı Amerikan hakimiyeti, askeri işgalle değil, “değerler hegemonyası” yoluyla “düzene sızmak”taki beceride saklıdır. Bugün bile, bu iki ülke birer “küıçük Amerika”dırlar, bütün görünür görünmez çelişkilere ve bağımsızlıklarına karşın. “Küçük Amerika karikatürü” Türkiye de iyi bir örnek oluşturmaktadır bu konuda. ABD, Türkiye’de, AB ya da tek tek Almanya, Fransa, Rusya gibi dışsal faktör değil, içkin bir unsurdur; özel hakimiyetini özel bağlarla kendine bağladığı özel odaklar aracılıgıyla olduğu kadar, hatta ondan da daha fazla “organik nüfuzu” ile sürdürmektedir. O, Türkiye’de her yerdedir, kan dolaşımındaki oksijen gibidir ve elbette “zehirini” her yana taşıyabilmekte, her organı, giderek, tüm vücudu, metobolizmayı denetimi altında tutmaktadır, onun sefil yaşamının “hayat iksiri” olabilmektedir.

Bu arada, Paul Sweezy ve Paul Baran, Harry Magdoff gibi Amerikalı Marksistlerin işaret ettikleri, Amerikan emperyalizminin “azgelişmişliği yapısallaştırıp süreklileştirdiği” tezi de, bir yanıyla, bir anlamını da bu noktada bulmaktadır. Amerikan tipi hakimiyet ancak “kurumsallaşmış” bir ezgelişmişlik bataklığında hayat bulabilmektedir.

Bu hakimiyet yapısı, ayrıca, ABD’nin hem gücü, hem de zaafı olmaktadır. Güç kaynağı olmaktadır çünkü O’nu bir dışsal müstevli olmaktan çıkartıp düzene içkin “yerli malı” yapmaktadır. Böylece, Amerikan emperyalizmi, bir yandan, hayatın her alan ve boyutunda yaygın bir varlık olarak etkisini kullanmakta, bir yandan da, yabancı olmanın yaratabileceği tepkilerden korunmakta, nihayet, kendisini yerelleştirerek yerliyi tasfiye etmektedir. Ayrıca, belirli işbirlikçi odakların ittifakına ve dolayısıyla da onların gücüyle belirli ekonomik-politik-sosyal unsurlara mahkum olmadan daha istikrarlı kılmaktadır egemenliğini ve yapısal bağımlılık ilişkilerini.”[13]

İşte BOP, bu nedenlerle, bölgeyi küreselleşme süreçlerine ve global kapitalizme eklemlemeyi, stratejik alan olarak ele geçirmeyi, enerji kaynak ve ikmal yollarına egemen olmayı içeren, bunun için doğrudan Amerikan askeri varlığını ve işbirlikçi hükümetleri öngören ve fakat bunları aynı zamanda aşan bir projedir. Bunun içindir ki, BOP, banka ve şirket kurmak kadar, sivil toplum örgütlerini yaratmayı; polis ve ordu gücü oluşturmanın yanında üniversite ve medya yaratmayı; formel bağımlılık zincirleriyle birlikte kadın eğitim merkezlerini, okuma yazma kurslarını, yardımlaşma enstitütülerini, çocuk bakımevlerini, halk kütüphanelerini kurmayı hedefliyor. Demokratikleşme ve sivilleşme söylemleri elbette böyle bir yaklaşımın ayrılmaz unsurları olarak dilendiriliyor. Haziran 2004’teki G-8’ler toplantısı için hazırlanan bir Beyaz Saray belgesinde, “G-8 üyelerinin, bölge hükümetleri, iş alemi ve sivil toplum temsilcileriyle eşgüdüm içinde, varolan programları ‘yoğunlaştırmak ve genişletmek,’ demokrasiyi yerleştirmek, eğitimi düzeltmek, istihdam ve ekonomik büyümeyi sağlamak için” bir Destek Planı”nı açıklamakta ve BOP’un özünü ortaya koymaktadır. Bu belgede, “demokratik kurumları ve demokrasi programlarının başlatılması ve güçlendirilmesi”nden; “mikrofinans girişimiyle önümüzdeki 5 yıl içinde iki milyondan fazla üreticiye yardımyapılması”ndan; “okuma yazma seferberliği ve 2009’a kadar 100,000 yeni öğretmen kadrosu yaratılması”ndan; “özel girişimin geliştirilesi fonu”ndan; “bölgede iş atmosferinin iyileştirilmesi”nden sözediliyor.

Belgede, demokrasinin ve iyi yönetimin geliştirilmesi; bilgi toplumu yaratılması; ve ekonomik fırsatların genişletilmesi başlıkları altında, Arap ülkeleri ile Türkiye, İsrail, Pakistan ve Afganistan’dan oluşan alanı kapsadığı belirtilen bölgede zikrdilen programların bazıları şunlar:

-özgür seçimler
-parlamenterlerarası ilişkileri ve parlamenterlerin eğitim
-kadın önderler yaratmak için eğitim merkezler
-Halka hukuki yardım merkezleri-bağımsız medya girişimi
-mikrofinans
-mali korporasyon
-Büyük Ortadoğu Gelişme bankası
-ticareti geliştirme
-şefaflık, yolsuzluğu önleme

Görüldüğü gibi, günün uluslararası kapitalist birikim modeline uygun, Amerikan çıkar ve ihtiyaçlarıyla uyumlu kurum ve değerlerle tahkim edilmiş bir reform programı sunuluyor. Burada temel amaç, hiç kuşkusuz, seçkinleri, değerleri, giderek popüler kültürüyle yığınları büyük ölçüde Amerikan değerleriyle şekillenmiş küresel kapitalist tarza entegre ederek vahşi liberal kapitalizmin ahlakına karşı varolan kültürel/tarihsel direnişi yıkmaktır. Böylece, ehlileştirilmiş bir uygarlık, köleleştirilmiş bir halk, yok edilmiş bir kültürle beraber uygarlıklar çatışması da mutlu sona ermiş olacaktır. Ardından da Orta Doğu ABD’nin suretinden yeniden yaratılacaktır; halkın dünyası Amerikan yaşam biçimiyle yeniden üretilmiş olacaktır.

BOP, zor ve şiddetle örülmüş bir askeri işgal çerçevesi içinde “modernleştirme” programıdır ve kurmak istediği “değerler hegemonyası,” özünde, bir “değersizleştirme,” kültürden koparma, yozlaştırma denemesidir.

ABD, böylece de, kurulacak doğrudan kurulacak yeni düzende kendini var edecek, dışsal bir ögeden, yabancı bir devletten, düzenin içkin bir unsuruna, onun kurum ve değerlerinde yeniden üretilen bir asli parçaya dönüşecektir. Böylece de değerler hegemonyasına dayalı bir “organik hakimiyet” kurulacaktır ele geçirilen coğrafyada. Böylece de, çok yönlü bağımlılık doğrudan uysal sömürge halkları tarafından yürütülecek, gündelik yaşamda ve kurumlarda yeniden üretilecektir.

Böylesi karmaşık bir coğrafyayı, oranın kadim halklarını ve farklılıklarını, uygarlık birikimini, ABD’de belirlenmiş, standartlaştırılmış bir kültürel cendereye sokup köleleştirmenin nasıl bir toplumsal mühendislikle mümkün olacağı ayrı bir konudur. Ortadoğu’yu kendi suretinin bir karikatüründen şekillendirme çabasının kendisi bir şaka gibi görünmektedir. Daha doğrusu bu, aldığı çok yönlü darbeler ve beklenmeyen yenilgilerle ufku şaşmış, perspektifini yitirmiş bir meczupun çırpınışlarıdır bu türden zulüm içinde toplumsal rıza üretme çabaları.

Hakimiyet için güç ile rızanın bir biçimde birleştirilmesi ya da duruma göre değişik oranlarda birlikte kullanılması konusunda Makyevelli şöyle yazıyor:

“[Bir ülke elie geçirildikten sonra] Zulüm sürekli olarak uygulanmaz; hemen ardından halka iyi davranmak gerekir...[Hükümdar] Merhametli, vefalı, insancıl, ve doğru bir insan olarak gözükmek, fakat gerektiği zaman aksine davranabilecek kadar ruhsal hazırlık içinde olmalıdır...Hükümdarın gizli bozgunculara karşı en güvenli çaresi halkın nefretini çekmeketir. Çünkü isyan çıkaranlar, bozgunu yaratanlar, genellikle hükümdarın öldürülmesiyle halkın memnun kalacağını düşünürler. Bunu yapmakla halkı öfkesini Cekeceklerine inanırlarsa bu işe girişmezler...Kısaca söylemek gerekirse, bozguncu korku ve şüphe içindedir. Bu onu durdurur. Oysa hükümdarın tahtı, yasalar, dostları ve onu koruyan devleti vardır. Bütün bunlara halkın sevgisi de katılırsa hükumdara karşı komplo kuracak cesarette bir insanın bulunması imkansız hale gelir...Hükümdarlar kin yaratacak davranışları başkalarına yaptırmalı, kendileri sadece halkta iyi duygular uyandıracak işlerle uğraşmalıdirlar. Yine sonuç olarak diyorum ki hükümdar, seçkinleri korurken halkın nefretini de çekmemelidir...Korkulan bir insan olmaktansa sevilen bir insan olmak mı, yoksa sevilen bir insan olmaktansa korkulan bir insan olmak mı daha iyidir? Buna cevap olarak, hem sevilen hem de korkulan bir insan olmak gerekir derim. Fakat bu iki özelliği bir arada bulundurmak güç olduğundan birisinden vazgeçmek gerekirse korkulan bir insan olmak daha iyidir, derim...Bununla beraber hükümdar, halkı öylesine korkutmalı ki sevilmese bile nefret de uyandırmasın. Çünkü korkutmakla nefret uyandırmamak pekala bir arada bulunabilir...”[14]

ABD’[nin BOP girişimini tam anlayabilmek için ünlü İtalyan Marxisti Gramsci’den de yardım alınabilir. “Değerler hegemonyası” üzerine Gramsci şöyle yazıyor:

“Bir toplumsal grubun baskınlığı (suprématie), ‘egemenlik’ (domination) olarak ve ‘entelektüel ve moral yönetim’ olarak, kendini iki biçimde gösterir. Bir toplumsal grup, ‘temizleme’ ya da boyun eğdirme amacını güttüğü hasım gruplar üzerinde, gereğinde silahların gücüyle de olsa, egemenliğini (buyurganlığını) uygular, ve kendine yakın ya da bağlaşık olan grupları yönetir. Bir toplumsal grup, hükümet erkliğini fethetmeden önce de yönetici olabilir ve hatta olmalıdır da (ve erkliğin kendisinin fethi için başlıca koşullardan biri işte budur); sonra, erkliği kullandığı zaman, ve onu elinde sıkı sıkıya da tutyorsa, egemen (buyurgan) grup durumuna gelir ama ‘yönetici’ (dirigeant’) grup olmayı da sürdürmelidir.”[15]

Görüldüğü gibi, Gramsci, egemenliği, zor ile moral (kültürel)/entellektüel belirleyiciliğin, güç ile değerler hegemonyasının bir bileşeni olarak anlamaktadır. Nitekim, devleti de, politik toplumla sivil toplumun bileşeni, “zorlamayla güçlendirilmiş hegemonya” olarak tanımlamaktadır.[16]

Kuşkusuz, Gramsci toplumsal yapı ve iktidarları irdelerken oluşturmuştur bu kavramsal çerçeveyi ama bu yaklaşımın uluslararası ilişkilere ve ABD’nin BOP ile belirginleşen hakimiyet arayışına da uygulamak mümkündür.[17]

Bugün ABD, Irak’ta, kendi başına yeterli olmadığını gördüğü zor ve güç uygulamalarının yanına rıza üretme mekanizmalarını ( kuşkusuz Makyevelist hile ve desiselerle birlikte) da devreye sokmaya çalışıyor. Bunu da, “Amerikan (kapitalist/emperyalist Batı) değerlerinin orada bir biçimde içselleştirilmesi, yani sosyalizasyon ve en azından küreselleşme merkezlerine bağlı bir seçkinler gurubunca benimsenmesi yoluyla yapmaya çabalıyor. Bu türden bir “değerler hegemonyası”yla hakimiyetini pekiştirmek, “organik” yani nisbeten yapısal ve dolayısıyla da kalıcı hale getirmek istiyor.

ABD bunu yaparken yine Gramsciyen kavramlarla açıklayabileceğimiz iki yöntem kullanıyor. Gramsci, bir merkez katman etrafında olusan iktidar bloğunu “tarihsel blok” olarak adlandırmış, yerel güçlerin kendi hegemonyalarını kuramadan ve dolayısıyla da toplumsal katılım sağlayamadan gerçekleştirdikleri (tepeden inme) reform ve dönüşümleri de “pasif devrim” olarak tanımlamıştı. Aslında, Gramsci Saddam rejimini bu bağlamda bir “Sezarim” türünden pasif devrim rejimi olarak tanımlardı. Bugün de Irak’taki iç ve dış “koalisyon”la bir sömürgeci alt-sistem tarihsel blok yaratılmaya ve Amerikan silahlı kuvvetlerinin (ve mümkünse NATO’nun da katkılarıyla) dayatıcılığında egemen seçkinleriin birbirine zincirlenmesine dayalı bir “pasif (karşı)devrim”, yani sömürgeci köleleştirme operasyonu devreye sokulmaya çalışılıyor. Bütün bu “seçim”, demokratikleşme, sivil toplum, kadın kurtuluşu, özgür medya ve üniversite söylemlerinin ardında yatan budur.

Amerikalılar, 1975 yılında Helsinki’de imzalanan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı Nihai Senedi’ndeki “insan hakları” ve “ekonomik ilişkiler” bölümlerinde yer alan sızma ve ideolojik etkileme fırsatlarının Doğu Avrupa ülkelerindeki çözülmeyi gerçekleştirmede Batı’ya büyük imkanlar yarattığını söylüyor ve BOP’u da böylesi bir ideolojik/kültürel saldırı aracı olarak görüyorlar. Uluslararası Kriz Gurubu (International Crisis Group) adlı bir kuruluşun 7 Haziran 2004 tarihli bilgi notu BOP’un bu noktaya ilişkin ideolojik özünü bir Amerikan Dışişleri Bakanlığı yetkilisinin ağzından şöyle anlatıyor:

“[Helsinki sürecinin] Sovyetler Birliği’nin parçalanıp devrilmesine önemli rol oynadığına ve Avrupa’yı birleştirmeye büyük katkı sağladığına ilişkin bir inanç var. Bu düşünce de [BOP], aynı biçimde, [İslami] aşırılığın çekiciliğini yok edecektir.”

BOP, salt şiddete dayalı saldırganlığının yıkıntıları altında kalan, Irak direnişi ve dünyadaki yalnızlığı karşısında bocalayan, insanın dünyanın en güçlüsü de olsa savaş makinası ve teknoloji karşısındaki nihai üstünlüğünü bir kez daha yasayarak gören Amerikan yönetiminin bir yöntem arayışı çırpınışının ürünü olarak, bir başka imkansızın peşinde koşması olarak ortaya çıkmıştır. Zoru besleyen ve ondan beslenme durumunda olan başka (sosyal, kültürel, ideolojik, ekonomik, vb.) araçları da kullanarak uğursuz hesalarını gerçekleştirmeye calışıyor ABD. Buna karşı nasıl bir tavır alınması konusu bu yazının konusu değil. Ama şu kesinlikle söylenebilir ki, ABD’nin döktüğü kandan oluşan bataklıkta boğulması kaçınılmazdır. İkinci Dünya Savaşı’ndan buyana şirketleri, filoları ve tetikçileriyle (Türk militarizmi/İsrail Siyonizmi/Arap İşbirlikçiliği) bölgeyi kuşatmış bulunan, bu kez, bölgenin kalbine, Bağdat’a yerleşmiştir ama aynı anda stratejik/nesnel konumlanış bakımından bölge halkları tarafından kuşatılmış hale gelmiştir. Biliyoruz ki, akrepler, etrafları, içinden çıkamadıkları bir biçimde alevle kuşatıldığında kendikendilerini sokarlar...

Haluk Gerger


--------------------------------------------------------------------------------

[1] Newsweek, Eylül 1990.

[2] Bkz. Haluk Gerger, Kan Tadı: Belgelerle ABD’nin Kara Kitabı, dördüncü baskı, Ceylan Yayınları, İstanbul, 2004, s. 468.

[3] Age., s. 469.

[4] International Herald Tribune, 17 Mayıs 2004.

[5] Washington Post, 10 Mayıs 2004.

[6] Kennan’ın Amerikan Dışişleri bakanlığı’na gönderdiği ve bu görüşlerini içeren telgrafı daha sonar “X” imzasıyla yayımlanmıştır: “The Sources of Soviet Conduct,” Foreign Affairs, c. XXV, No. 4, Temmuz 1947, s. 566-582.

[7] Scott Nearing’in Monthly Review Dergisi’nin Nisan 1957’deki sayısında yayımlanan “World Events” başlıklı makalesinde yer alan bu paragraph aynı dergide yeniden yayımlandı; Monthly Review, Nisan 2004, s. 17.

[8] Hatrick Goode, Kautsky: Seçilmiş Politik Yazılar, çev. Celal A. Kanat, Kavram Yayınları, İstanbul, 1990, s. 96-98.

[9] V. İ. Lenin, Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, onuncu baskı, çev. Cemal Süreya, Sol Yayınları, İstanbul, 1998, s. 127 ve 132.

[10] Bu kaos ortamının ve emperyalistler arasındaki çelişki ve çatışmaların, toplumsal muhalefet ve direniş açısından yaratabileceği imkan ve sorunlar ise, bu yazının kamsamı dışındadır.

[11] Aktaran John Bellamy Foster, “Imperial America and War,” Monthly Review, c.55, No. 1, Mayıs 2003, s.8.

[12] Eric Hobsbawm, (in conversation with Antonio Polito), The New Century, İtalyancadan çev. Alan Cameron, Abacus, Londra, 2000, s. 48.

[13] Haluk Gerger, “Amerikan Emperyalizminin Ayırdedeici Özellikleri,”Praksis, No.11, Yaz 2004, s. 17-18.

[14] Machiavelli, Hükümdar (İl Principe), çev. Selahattin Bağdatlı, Sosyal Yayınlar, İstanbul, 1984, s. 48, 80-81, 85-86, 90.

[15] Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri: Tarih, Politika, Felsefe ve Kültür Sorunları Üzerine Seçme Metinler, Der. ve çev. Kenan Somer, Onur Yayınları, İstanbul, 1986, s. 14-15.

[16] Age., s. 186.

[17] Bu konuda bkz. Stephen Gill (Ed.), Gramsci, Historical Materialism and International Relations, Cambridge University Press, Newcastle Upon Tyne, 1994.


Yazan: Haluk Gerger


Kaynak: http://www.msxlabs.org/forum/kurumlar-ve-kuruluslar/6434-dunyayi-yoneten-gizli-orgutler.html#ixzz2VuftA100
Mesaj11.06.2013, 13:16 (UTC)    
Mesaj konusu: Türkiye Üzerinde Oynanan BÜYÜK Oyunlar!!!

TÜRKİYE ÜZERİNDE OYNANAN BÜYÜK OYUNLAR!!!


Türk ekonomisi ve siyaseti ile her zaman yakından ilgilenen Yahudilerin, neden Türkiye’yi Ortadoğu ateşinin içine çekmek istediklerini anlamak için bu yazıyı iyi okumanızı öneririz. 1880 yılında İstanbul’a gelen ve burada öğretmelik yapan Bertrand Bareilles’in 1917 yılında kaleme aldığı “İstanbul’un Frenk ve Levanten Mahalleleri” adlı kitabında Türkiye’de yaşayan Yahudilere geniş yer ayırıyor. Bareilles kitabında, Yahudilerin Filistinle birlikte hedefleri arasında Türkiye’nin de bulunduğuna işaret ediyor.
Türkiye’de Yahudi cemaati gelişmektedir, ama düne kadar bu gelişme sadece manevi düzeydeydi. Zaten maddi gelişmeden söz etmek yersiz olurdu. Çünkü Fransa’nın gönderdiğinden başka parası olmayan bu ülkede kimse servet yapamıyordu. Ayrıca Yahudi, kökleri bizim büyük Devletimiz’den çıkan liberal kurumlara uzanan bir toplumsal konumdan yararlanıyordu. Bunu, Evrensel İsrail Birliği’nin kurucusu Charles Netter’e, birçok yönden Tevrat’ta ki yargıçlarınkine benzer bir politikanın temellerini atan Hirsch’lere, Rotschild’lere borçluydu. Birlik okulları Yahudiliğin gelişimine büyük katkılarda bulundu. Yahudi, önyargıların ve kötü niyetlerin kendisini hapsettiği aşağı konumdan yavaş yavaş çıktı. Türkiye’de Yahudi milleti içinde özellikle iş alanındaki becerileriyle sivrilen çok sayıda insan bulunmakta ve bunların politikası, dünya çapındaki bir politikayla uyum içinde işlediğinden etkili olmaktadır. Bugün Yahudi ırkı sınır farkı tanımayan bir aile gibidir. Diğer milletler birer aileler toplamı iken Yahudilerin bir kardeşler toplumu olduğunu söyleyen Pascal, her zamankinden çok doğrulanmaktadır.
Yahudiler herkesle iş yapar, ama dostlukları sadece kendi içindedir. Dışlayıcı ve kendi içlerine kapalıdırlar; kuşkusuz bunda dinlerinin de payı vardır. Ama ırksal içgüdülerinin en önemli göstergelerinden birine dönüşen kendini savunma gereksinimi de unutmamak gerekir. Dünyada daha etkili bir dayanışma ruhuna sahip, insanların birbirine daha çok omuz verdiği başka bir cemaat yoktur. Öyle ki onları ilgilendirebilecek her olay bu cemaatte önemli yankı bulur. Alışkın bir göz insanların tavırlarındaki heyecandan bu olayları ve yankılarını ayırt edebilir. Bu gözlem kuşkusuz diğer cemaatler içinde yapılabilir, ama Yahudilerde iş çok daha belirginleşir. Kendilerini etkisi olmayacak her şeye karşı ilgisiz kalırlar; olaylarla ancak kendi hedeflerine ya da çıkarlarına uydukları oranda ilgilenirler. Gerek koşullardan yararlanmak, gerekse sorumluluktan kaçmak konusunda çok beceriklidirler; kimi zaman hiç belli etmeden yabancı aracılar kullanarak işlerine gelecek kimi olayları kışkırttıkları bile görülür.
Politikaları hep aynıdır; ama önlerine koydukları hedefe ulaşmak için başvurdukları araçlar ve formüller sadece koşullara göre değil, aynı zamanda bir ülkeden diğerine ve ortamdan ortama değişebilir.
Türkiye’de nüfuz merkezleri Selanik ve eylemlerinin temel dayanağı dönme denen müslüman Yahudilerdi. Dönme İsraillinin onu kendinden kabul edeceği kadar Sami kalmış ama türkün güvenini kazanacak kadar da Müslümanlaşmıştı. Cahit’ler ve Cavit’ler dönmedir.
Şu arada Yahudilerle Türkler arasında süren ateşkes döneminde, Türkler Siyonist girişimin hedeflerinden habersiz değildir. Her zaman iyi haber alan Türk etrafında olup biten her şeyi bilir; çünkü ayakta kalabilmek için, maddi kaynaklarından çok, incelik ve kurnazlığın eşit dozlarda kullanıldığı diplomatik yeteneklerine güvenir. Rusya’nın ezilmesi ve bugüne kadar kendisine hizmet eden ama artık bağımsızlıktan başka bir şey düşünmeyen ırkların kökten yok edilmesi sonucunda, İsrail halkı daha hedefini gerçekleştiremeden kendi emellerine ulaşabileceğini hesaplamaktadır. İsrail halkının bu emellerine göz yumar görülmekte böylece bekleyiş döneminde Yahudiliğin çeşitli güçlerinden yararlanma olanağı bulmaktadır. Bu anlaşma, kendisine ayakta tutan hayaller yaşadıkça sürecektir.
Bugün Abdülhamid’i deviren darbenin örgütlenmesinde ve Türk işlerinin yönetiminde Yahudilerin oynadığı rolü herkes biliyor. İttihat ve Terakki Cemiyeti dönmelerden oluşuyordu. Resmi yayın organı Tanin, bir dönme olan Hüseyin Cahit tarafından yönetiliyordu. Cemiyetin diğer yayın organı olan ve Fransızca basılan Jeune Turc, Siyonizm tarafından finanse ediliyor ve içinde Yahudiler de çalışıyordu. Düzenbaz Cavit de en az diğerleri kadar dönme idi. En çeşitli yetkilerle donatılmış ve daha önce işitilmemiş bir şekilde, Yıldız’a gidip Halife’ye milletin artık kendisi istemediğini bildiren parlamento heyeti içinde de yer alan mebus Karasu da Yahudi idi. 1914′den beri, yazı işleri müdürlüğünde kalan Hüseyin Cahid’in yerini alan ve Tanin’in başyazarı olan Salomon Efendi’nin de bir Yahudi olduğunu belirtelim.
Tüm giz perdeleri henüz kaldırılmamıştır. Ama 8 Temmuz 1908 darbesinden beri Türkiye’de yaşanan olayların öncesinde ve sonrasında yer alan entrikalar bunların gerçekleştirilmesinde Yahudi-Alman girişimlerinin payı hakkında bir fikir vermektedir. Times ‘ın Viyana muhabiri Mr. Steed bu anlaşmanın en önemli olayının Reval görüşmesinin ertesinde, 1908in haziran başında Çar ve Kral Edward’ın yanlarında Isvolsky ve Sir Charles Hardinge ile birlikte, genel bir vali atanmasını öngören Makedonya reform programı üzerinde anlaşmaya varmalarıyla yaşandığını söyleyecektir. “Almanya’nın” ve Avusturya-Maceristan’ın Alman-Yahudi basını bu görüşmeyi mevcut statükoya karşı bir komplo olarak suçladı ve sultanın egemenlik haklarına ve toprakları üzerindeki idari otoritesine karşı, püskürtülmesi gereken bir saldırı olarak niteledi. Jön Türklerin Abdülhamid’e karşı örgütlenmesinde toplantı yeri olarak kullanılan Selanik ve Makedonya’nın tüm mason localarında Reval görüşmesi hakkında bu Avusturya-Alman yorumu yaygınlaşmıştı ve Osmanlı imparatorluğu’nu tehdit eden bu yeni tehlike karşısında eylemi hızlandırmak gerektiğinden söz ediliyordu. 24 Temmuz’da Türk isyanı patladı. Barutu ateşleyen fitil, Abdülhamid’in komployu ortaya çıkarması oldu.
Ama günü gününe izlenebilen birbirini destekleyen ilk olaylara dönelim. 1896′da Dr. Herzel Berlin’de Siyonist Cemiyeti’ni kuruyordu. Ertesi yıl Kayzer o gürültülü Doğu gezisini gerçekleştiriyordu. Bunun hemen ardından Yahudi kolonizasyon tasarılarının gerçekleşmesi için çalışmalar başlıyor, ama bunu ilke olarak kabul eden Abdülhamid o kuşkulu kişiliyi ile tasarının hayat geçirilmesini engellemeye uğraşıyordu. Tüm vaatlerine karşın, yavaş yavaş tarım kolonileri kurulan Hayfa ve Saron bölgelerine Rusya’dan ve Galiçya’dan akın etmeye başlayan Yahudilere toprak satılmasına karşı çıkıyordu. Özellikler bu toplulukların kendi seçtikleri noktalarda büyük kalabalıklar halinde yığılmasına izin vermeyi reddediyordu. Sultanın Panislamist propagandayı yürüten Arap şeyhlerinin temkinli önerilerine kulak verdiğini biliyorum. Ama bu durum söz konusu girişimi hazırlayanların işine gelmiyordu. Türk yetkililere, “göçmenlere bireylerin ve ailelerin ayrılmasının şart koşulmaması gerektiğini çünkü bir Yahudi’nin dini görevlerini yerine getirmek için kendi dindaşları arasında yaşamak zorunda olduğunu” anlatabilmek için müdahale etmeleri gerektiğine inandılar. Jön Türkler iktidara gelince her şey değişti. Siyonist önderler daha büyük bir dayatmacılıkla bu sorunu gündeme getirdiler, ama şimdi tartışmasız bir güce dayanan bir örgüte uygun düşecek bir otorite ve haber alma kaynaklarına sahip olduklarını gösteren bir güven ile konuşuyorlardı. Babıali’ye gönderdikleri bir notada, Türkiye eğer Yahudi göçüne izin verirse “başka ülkelerde yüksek mevkilerde bulunan dindaşlarımız, kendi ülkelerine karşı görevlerini aksatmamak koşulu ile tüm nüfuzlarını Meşruti Osmanlı hükümetinin siyasal ve ekonomik ilerlemeleri hizmetine sunabilir. Yahudiler ile Türkiye arasında bu ittifakın kurulmasını kurulmasına girişecek olan Osmanlı devlet adamları, milletimizin şükran ve minnetini elde edebileceklerinden emin olabilirler. Yahudi dünyasının bağlılığı ve dostluğu konusunda gerekli sözleri ve güvenceleri verebiliriz; bizim tavsiyelerimizin ve dileklerimizin bu dünyayı yöneten kişiler ve çevreler tarafından olumlu karşılanacağına eminiz.” Bu çağrıya kulak verildi ve Yahudilerin yeni koloniler kurmak üzere hemen Filistin’de toprak satın alma pazarlıklarına giriştikleri görüldü. Taberiye kentinden Safed’e kadar uzanan bir bölgede, Taberiye gölünü çevreleyen ve Ürdün nehri boyunca Eriha’ya kadar inen bir alanda hatırı sayılır toprakların sahibi olacaklardı. Savaş arifesinde yeterli halkın özellikle de Dürzilerin tüm muhalefetine karşı, topraklarını Suriye’ye doğru genişletmişlerdi.
Bu derneklerin ne olduğunu, kredilerinin nereden kaynaklandığını, kimler tarafından yönetildiklerini bugün artık herkes biliyor. Yinede bunların Alman Yahudilerinden oluştuğunu belirtelim ve aidiyetin onların yüksek mevkilerde bulunan diğer ülkelerin Yahudileri adına, onları yöneten çevreler tarafından kendilerine karşı çıkılmayacağına güvenerek, yabancı bir hükümetle anlaşmaya girmelerini engellemediğinin de altını çizelim. Her yerde kolları olan bu dernekler –sadece Amerika’dan söz edecek olursak- gerçekten de Kahn, Loeb Kumpanyası ve onların denetimindeki Felix Warburg, James Speyer gibi güçlü mali kuruluşlara dayanıyorlardı. İngiltere’de Banker Cassel’e ve Jön Türklerin çıkarlarına bağlılığıyla dikkat çeken Adam Block’a ve Rusya’nın güçlü Musevi örgütlerine dayanıyordu. Bu ittifak Babıali’ye bir ayağının Alman müttefikinde diğerinin de olası rakiplerinde olması avantajını sağlıyordu. Bilgenin dediği gibi, dostlarınızın sayısını asla yeterli bulmamalısınız.
Siyanist emellerin Jacobson’lara Eikus’lar ve Morgenthau’lar tarafından temsil edilen yürütme organları da uluslararası nitelikte idi. İstanbul’da elçi olan Morgenthau, 1 Temmuz 1916′da şu haberi yayınlayan Le Peuple Juif gazetesine bakılacak olursa, zamanını boşa harcamıyordu: “Morgenthau, 21 Mayısta Cincinnati’de yaptığı bir konuşmada, savaştan sonra Filistin’in Siyonistlere bırakılması sorununu kısa bir süre önce Osmanlı hükümeti ile görüştüğünü açıkladı. Açılımları Türk nazırları tarafından çok olumlu karşılanmıştı. Rakamlar önerildi ve bir Filistin cumhuriyeti kurmanın yararları tartışıldı.” Ve gazete konuşma haberinin ardından şu yorumu yapıyordu: “tüm dünya Yahudileri güncel olayları diğer halklardan daha umutlu bir şekilde izlemekte haklıdır; çünkü tam bağımsız bir vatana kavuşma şansları oldukça yüksektir.” Morgenthau bu konuşmayı yaparken, savaşta taraf olan bir devletin top atışlarıyla imzaladığı bir anlaşmanın yazgısından pek kaygılanmadığı anlaşılıyor; ama Wilson sahneye çıkınca herhalde kendine sormuştur. Zaten başka etkenler de bu konuda imdada yetişti. Jön Türk hareketini yönettikleri sürece her türlü Siyonist gösteriden sakınan Selanik Yahudileri, Yunan uyruğuna geçtikten sonra bu temkinli tutumu bir yana bırakıp, General Sarrail’in iyi niyetli süngülerinin gölgesinde geçek kimliklerini ortaya koyabileceklerini düşündüler.
Bu kentin bir gazetesinde çıkan habere göre, “17 Nisan 5677′de (9 Nisan 1977)” yıllık Yom Aşokel [Kipur?] bayramını kutlamak için toplanan 3000 kadar Selanikli Siyonist içinde bulunan günlerin İsrail halkının hak etmediği felaketlerin sona ermesinde ve binlerce yıllık umutlarının gerçekleşmesinde ne kadar büyük bir önem taşıdığının bilincinde olarak, halkların en eskisine karşı olan adalet borcunun ödenmesi, Yahudi milletinin tarihsel toprakları olan Filistin’de dirilmesi için Yahudi olmayan dünyanın tüm seçkin yüreklerinin sıcak desteğini bekliyorlar.” Bundan iyisi can sağlığı; ama bu çağrının elçinin [Morgenthau] tek yanlı oyunlarının biraz fazla küçümsediği İtilaf güçlerini yumuşatmayı hedeflediği açıktır. “seçkin yürekler”in desteği istenmektedir. Çünkü hedeflerin gerçekleştirilmesinde artık sadece Almanya’nın gücüne dayanarak başarı sağlanamayacağı anlaşılmıştır. Bu hedeflerin Müslüman önyargılarını ayaklandırmaktan öte sadece Fransa’nın değil –sadece Fransa olsa pek önemli sayılmazdı- İngiltere’nin de çıkarlarına ters düşeceği, Hint Okyanusu’na açılan büyük ulaşım yolları üstüne Töton kültüründen gelme unsurların yerleşmesini İngiltere’nin hoş karşılamayacağı düşünülmüştü. Yaşlı kıtaların göbek deliğini oluşturan Suriye ve Mezopotamya’nın, Ön Asya’nın geri kalanının çok daha önemli olduklarını, tüm kapıların bu anahtarlarla açıldığını İngiltere, Fransızlardan daha iyi bilir. Üstelik İngiltere, bu tasarıyı kabullenmek istese bile, müttefiki olduklarını açıklayan Arapların duygularını incitmeyi göze alabilir mi? Tevrat çağına dek uzanan bir hakka sahip olduklarını ileri süren bir takım yabancıların gelip –Kızılderililere yapıldığı gibi- topraklarını ellerinde almaları karşısında Araplar susacak mıdır? Ve niye toprakları ellerinden alınacaktır? O kadar uzun süre başkalarının yanında yaşayan İsrail, sonuçta kendi ırkından bir başka unsurun yanında yaşamasını niye hoşgörüyle karşılamayacaktır ? Filistin’e geri dönüşün mutlaka Amuriyelilerin ve Moabitlerin sürülmesiyle birlikte mi düşünmek gerekir?
Siyonizmin Türkiye’yi, sonucu ne olursa olsun, ancak tabut içinde çıkabileceği bir savaşa itmesinin altında Davud’un tahtının yeniden kurulmasının İslam için de yaratacağı güçlükleri aşma öngörüsü yok mudur? Güçlü sermayelerin kullanılması ile nüfusu ve kendisi yenilenecek bir Türkiye, Yahuda topraklarında kurulacak bir Yahudi cumhuriyetine geçiş yolu olacaktır. Planları hazırlayanlar Siyonist sorunu bu şekilde çözülmesini düşünmüş olmalıdır. Yahudi’nin toprakta çalışmaktan tiksinmesi gibi diğer engelleri bir yana bırakacak olursak, bu çözümün en azından tüm dünyaya dağılmış durumdaki on iki milyon Yahudi’yi Yahuda krallığı dar çerçevesi, içine sokmanın olanaksızlığından kaynaklanan güçlükleri –Yahudi karşıtları bu güçlükleri ustaca istismar etmektedir- aşma avantajı sağladığı kabul edilmelidir. Kimi olgularca da inanılır kılınan bazı söylentilere bakılırsa Siyonist, sadece Tapınağını kuracağı ve iki bin yıllık bir aradan sonra Tanrı’ya yeniden sunmaya başlayacağı yakılmış kurbanların dumanlarının tüteceği kayalık Filistin’i değil, kullanılmamış zenginlikleriyle, stratejik noktalarıyla, Akdeniz’in bir Güney Baltık denizine dönüşmesini engelleyen ulaşım yollarıyla tüm Türkiye’yi istemektedir.
Bununla birlikte, kendi evinde oturmak istemesine karşı başkalarının yanında yaşamayı sürdüren bir ulusun ebedi sorunu muhalefetleri artırarak çözülemeyeceğini görmek gerekir. Bu oyunda İsrail, sadece eski, zararsız ve zaten hayırseverlik bilinci ile yumuşatılmış önyargılardan değil, hiçbir zaman affetmeyen yeni kıskançlık ve kinlerden beslenen acı düşmanlılar yaratmıştır kendine. Gerçi Almanya, İsrail’in artık işine yaramadığını düşündüğü, bu nedenle zaten ilk işaretini ve örneğini de kendisinin verdiği Yahudi karşıtı duyguları canlandırma kararı aldığı gün Yahudilerin durumu iyice kötüleşecektir. Çünkü Almanya’nın hoşgörüsü sadece koşullara bağlıdır ve kısa vadede tüm dünyayı önünde diz çöktüreceğini düşündüğü anlaşmalara dayalı kısa bir ateşkesten başka bir şey değildir.
Bu makale Bertrand Bareilles’in Güncel Yayıncılık tarafından basılan “İstanbul’un Frenk ve Levanten Mahalleleri” adlı kitabından özetlenerek alıntılanmıştır.

Kaynak: http://www.msxlabs.org/forum/kurumlar-ve-kuruluslar/6434-dunyayi-yoneten-gizli-orgutler.html#ixzz2VugQZw2s
Mesaj11.06.2013, 13:17 (UTC)    
Mesaj konusu: Dünyayı Yöneten Gizli Örgütler

TÜRKİYE ÜZERİNE YAZILMIŞ KOMPLO TEORİLERİNE BİR GÖZ ATALIM ?!

Atatürk’e saldırının ardındaki sırrı, Yaşar Nuri Öztürk açıkladı. `Atatürk ve İslam’ı bütünleştirirsek BOP Projesi biter` !!!!!!
Atatürk’e saldırının ardındaki sırrı, Yaşar Nuri Öztürk açıkladı.

`Atatürk ve İslam’ı bütünleştirirsek BOP Projesi biter`
FATİH ERBOZ’un röportajı
“Atatürk, Hıristiyan emperyalizmine karşı savaş veren, onu mağlup eden ve o mağlup ettiği güçlere karşı ve onlara rağmen devlet kuran tek Müslüman liderdir. Bugün İslam dünyasında Haçlı pergeliyle sınırları çizilmemiş bir tane devlet var mı Türkiye Cumhuriyeti dışında...”
HYP LİDERİ ÖZTÜRK ATATÜRK’E YÖNELİK SALDIRILARI DEĞERLENDİRDİ
"Bu tür belgeler, Türkiye’ye ihanet edenlerin tekrar devreye girmesiyle gündeme getiriliyor. Bunu zaman zaman yapıyorlar.”
ATATÜRK ile İSLAM’ı bütünleştirirsek BOP planı biter!..
“Türkiye’nin başına Ermeni soykırımı yalanını saranlarla Atatürk’ün dinsiz olduğunu içeren sloganları üretenler, aynı adamlardır”
Son günlerde sözde gizli din söyleşilerinin ortaya çıkmasıyla Atatürk’ün din konusuna koyduğu mesafenin varlığı iddiaları tekrar gündeme geldi. Atatürk ve İslam üzerine yazdıkları ile bilinen Halkın Yükselişi Partisi Genel Başkanı Yaşar Nuri Öztürk ile Atatürk hakkındaki iddiaları ve Atatürk’ün İslam’a bakışını konuştuk.

* Atatürk ve din konusu bazı çevreleri neden rahatsız ediyor?

Atatürk’ü anlamak ve dayatmak tabirine dikkat etmek gerekiyor. Türkiye’de iki şey dayatıldı, anlatılmadı. Bunlardan biri İslam’dır, anlatmadılar, dayattılar, birileri de Atatürk’ü dayattı. İkisi de insanımıza kahır çektirdi. Her iki dayatmada da Atatürk dinsiz gösterilmeye çalışıldı. Dinciler, O’nun gerçek dini öne çıkaran tarafından kaçtılar, dinin gerçeğine saygılı Atatürk’ten rahatsız oldular.

* Atatürk’ün İslam dünyasındaki anlamını biraz açar mısınız?

Atatürk, Hıristiyan emperyalizmine karşı savaş veren, onları mağlup eden ve onlara rağmen devlet kuran tek Müslüman liderdir. Bugün İslam dünyasında haçlı pergeliyle sınırları çizilmemiş bir tane devlet var mı ? Türkiye dışında. BOP coğrafyasını şekillendirmeye çalışan süper güç, iki kuvvetten çok çekiniyor; bunlardan bir tanesi Türkiye, diğeri İran. Bu nedenle Türkiye üzerinde tahrip operasyonları yapılıp, Türkiye devleti zayıflatılmak isteniyor. Bilinçaltı, içi boşaltılıyor. Bakın Atatürk’ün İslam dünyası ülkelerinde ortak bir adı vardı: “Müslümanların militan lideri.” Atatürk’e peygamberimizin kim olduğunu soruyorlar verdiği cevap şu: “Benim için esaret tanımamanın sembolüdür.” Kuran-ı Kerim de Peygamberi tanımlarken, “O müminlerin ayağına, boynuna vurulmuş bukağıları da parçalayan peygamberdir” diyor. Atatürk de bunu ifade ediyor. Mustafa Kemal de esaret tanımamanın sembolüdür. ‘Bağımsızlık benim karakterimdir’ diyor. Atatürk, Hz. Muhammed Mustafa’yı böyle anlıyorsa, burada emperyalist batı için çok ciddi bir sorun var demektir. Bu anlayış İslam coğrafyalarına eğer egemen olursa, 21. Yüzyıl batı için yok olmuş demektir. Arnold Toynbee, daha 1940’ların başında, ideolojilerin çökeceğini ve yerine dinlerin geleceğini, parsayı ise İslam’ın toplayacağını söylüyor. İslam’ın kana ve teröre bulaştırılmak istenmesinin altında bu yatıyor. Bunları yapacak olan batı için Atatürk en büyük engeldir. Mustafa Kemal emperyalizme karşı İslam dünyası için stratejik bir reçete ortaya koyuyor. Dincilerin Mustafa Kemal’i dinsiz göstermek için kullandığı bütün sloganlar, İngiliz gizli servisi tarafından üretilmiş. Türkiye’nin başına Ermeni Soykırımı yalanını saranlar ile Atatürk’ün dinsiz olduğunu içeren sloganları üretenler aynı adamlar. Batı, Atatürk’ün hazırladığı reçetenin İslam dünyasında yaratacağı etki konusunda önlemini aldı ve başarılı da oldu.

* Türkiye’de durum ne oldu?

Ama Türkiye’de, Atatürk’ün anavatanında başarılı olamadı. Ne zamana kadar, son çeyrek yüzyıla kadar. Siyasal İslam’ı sahneye sürene kadar. Önce Müslüman mısın, Türk müsün hezeyanını milletin içine sokana kadar. Müslü-man’san Laik olamazsın, laiksen Müslüman olamazsın hezeyanını devreye sokarak Batı siyasal İslamcıların sırtlarını okşadı, ellerine imkan, dilerine slogan verdi Türkiye’yi 3 Kasım seçimlerine getirerek AKP’ye teslim etti.

* Bu tür belgeler neden belirli aralıklarla gündeme geliyor?

Bu tür belgelerin gündeme getirilmesi Türkiye’ye ihanet edenlerin tekrar dev-reye girmeleridir. Bunu zaman zaman yapıyorlar. Zaman zaman filan dış gazete, yazar diyerek bunu oynuyorlar. Mustafa Kemal’in dini mektebe gitmediğinden bahsedilmekte. Ne olacak, Mustafa Kemal’in ilahiyatçı olması mı gerekiyor. Kaldı ki Mustafa Kemal İslam ilahiyatını bir çok uzman kişiden daha iyi biliyor. Mustafa Kemal’in hayatında yaptığı en uzun konuşma 18 sayfalık bir konuşmadır. TBMM konuşmasıdır bu. Onu iyice bir incelemek gerekiyor. 20’ye yakın Kuran ayetini orijinal metninden okumuş, tercümesini yapmış ve hadislerle de açılımını yaparak yorumlamış ve İslam dünyası için oradan reçeteler çıkarmıştır. O gün bu bi-lince ulaşmış ilahiyatçı bulmanız da zordu. Bunlar gizli kalmış belgeler değil, Atatürk’ü İslam dışı göstermenin belgeleridir. Atatürk’ün Arapça duaların Türkçesini halkın bildiğinde dinden tiksineceğini söylediği de iddiaların arasında...... Bunu mesela Süleyman Ateş için söyleseniz geçerli. Bazı duaların hurafe İslam dini tarafından Türk Halkına öğretildiğini söyleseniz, halk bunu anlar. Bu doğru bir cümle olabilir ama bunun için batılının şahadetine gerek bulunmamaktadır. Bunlar Mehmet Akif’de var, Süleyman Ateş’in kitaplarında, benim eserlerimde var.
Utanmıyorlar, sıkılmıyorlar
* İslam’ı din bilmekten bahsettiniz. Bunu Atatürk bakımından açar mısınız?

Atatürk’ün açık beyanları ve icraatı var. Bazı dinin bütününden rahatsız olanlar, Atatürk’e iki yüzlülük isnad ederek utanmadan sıkılmadan şunu söylüyor: Bir dönemde Atatürk onları yaptı da sonradan değişti. Ben sizin Atatürk’ün ölümüne yakın din ile ilgili tespitlerini de ortaya koyarım. Atatürk başarıya ulaşıncaya kadar dini kullandı, sonra dine ters düştü diyenler Ata-türk’ü hiç anlamamıştır. Atatürk’ün din ile ilgili en güzel beyanları, başarıya ulaşıp, Cumhuriyeti kurup, Reis-i Cumhur olduktan sonradır. Atatürk ilahiyatçı da değildir. Bırakın da biraz nakiseleri olsun. Atatürk çok derinini bilmiyor ama yaptığı icraat budur. Bir de Atatürk’ü Tekke ve zaviyeleri kapatmakla suçlarlar. 19. Yüzyıl Türk Tasavvuf hayatı benim doktora tezim. Kuşadalı’yı inceledim. Kuşadalı 1845 yılında esas İslam adına tekkeleri ka-patan, İslam tarihinin devrimci adam-larından biri. Kuşadalı tekkelerin devrini doldurduğunu ve buralardan feyz gelmeyeceğini söylüyor ve bizzat kendi tekkesini kapatıyor. Bunları Atatürk değil Kuşadalı İbrahim söylüyor. Atatürk bunun resmi tescilini yapmıştır. Tekkeleri esas İslam adına Kuşadalı İbrahim kapattı. Bunları batı biliyor, ama bizim insanımız bilmiyor. Bizim insanımızın bilmesinden rahatsız olanlar ise dinin hakikatinden rahatsız olan dincilerle, dinin bütününden rahatsız olan dinsizler. Ortak çalışıyorlar. Şer farikasının ana karakteristiği budur. IMF kazığının arkasında bu kırılma var, AB ihaneti, tasallut ve şerrinin yerleştirilmesinin arkasında da bu var, GB esaret antlaşmasının arkasında da
bu var, Türkiye’nin bölünmesi yönündeki ihanet planlarının arkasında da
bu var. Bir uyduruk rapor daha !!
Geçtiğimiz günlerde, Tarih ve Toplum dergisinde yayınlanan bir haber Batı’nın Atatürk’ten nasıl korktuğunu bir kez daha gözler önüne sermişti. Derginin son sayısında yayınlanan bir haberde Charles H. Sherrill’in 1933’te Atatürk’le din konusunda bir görüşme yaparak rapor hazırladığı ve ABD Dışişleri Bakanlığına gönderdiği iddia edilmişti. İddiaya göre, raporda, Atatürk’ün Kuran’ın Türkçeye tercüme edilmesiyle ilgili görüşleri ise şöyle anlatıldı: “Türk halkının ezberden okuduğu Arapça duaların manasını anladığı zaman tiksineceğini söylüyor. Kuran’dan Arapça bir bölüm okudu. Bu surede Hazreti Muhammed’in amcası ile amca kızının yaptıkları bir şeyden ötürü cehenneme gidecekleri yazıyor. (Tebbet Suresi) ‘Düşünen bir Türkün böyle bir duayı okumaktan elde edeceği dini ilhamı veya dine ilgi göstermesini tahayyül edebilir misin?’ dedi.


Kaynak: http://www.msxlabs.org/forum/kurumlar-ve-kuruluslar/6434-dunyayi-yoneten-gizli-orgutler.html#ixzz2VugaJPbH
Mesaj11.06.2013, 17:28 (UTC)    
Mesaj konusu: Dünyayı Yöneten Gizli Örgütler

Mesaj11.06.2013, 17:31 (UTC)    
Mesaj konusu: Dünyayı Yöneten Gizli Örgütler

O engizisyonu BİTİREN ADAMDIR
* Batılılar sürekli bu konuda hamle mi yapıyor?

Evet... Atatürk’ü İslam’la bağdaşır gösterdiğiz anda BOP çöker. BOP’un yok olmaması için Atatürk ile İslam koparılmak isteniyor. İslam dünyasının toparlanması için çare Atatürk’ün projesidir.

* Artık bu tartışmaların bitirilmesi gerekmiyor mu?

İki tane din var Mustafa Kemal bunların hangisine karşı. Gelenekçi hurafe dinine karşı. Taliban’ın temsil ettiği dine taraftar mıyız biz. Süleymaniye Camine haç takmak için gelmiş gemiler için buradan gidecekler diyene değil de, İngilizlere ve ABD’lilere teslim olalım, bunlar bu işi halleder diyerek bunu dinle bağdaştırmaya kalkan, Müslüman halk üzerine Şeyhülislam fetvasıyla, Yunan uçaklarıyla Kuvay-ı Milliyeciler aleyhine bildiri atanların din dediğine biz din diyor muyuz? Atatürk, İslam dünyasının Engizisyon dönemini kapatan adamdır. Atatürk’ün karşı olduğu hurafe ve gelenek dini. Batı bunu biliyor, bizdekiler bunu bilmiyor.

* Mustafa Kemal’in dinleri daha çok ahlak ile bütünleştirdiği yargılarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Felsefecilerin hezeyanlarından biridir. Ahlakın kaynağı da dindir. Ahlakın arkasından Allah’ı alırsan ahlak diye bir şey kalmaz. Bunu Kant da söylüyor. Ama Kant ahlakı felsefe de Allah’ın varlığının en temel delillerinden biri olarak kullanıyor. Ben bu sözü böyle anlıyorum. Atatürk de bunu böyle anlıyor. Ama bunu ifade ederken ifade zaafına girmiş olabilir. Ama Atatürk’ün hayatını bütünüyle incelediğinizde benim söylediğim gibi anlaşılması gerekiyor.

Cek-cak’ı bırak Paşa’ya bak..Vurun Emri Vermişti !!!

http://img147.imageshack.us/img147/7986/2541de0.jpg

Doğan Güreş, 14 yıl önce izinsiz uçacak ABD uçakları için “vurun” emri verirken, AKP hükümeti, kuru sıkı tehditlerle milleti oyalıyor.


Tehlikeye dikkat çekmişti
Doğan Güreş, gazetecilere yaptığı açıklamada, “Terör sorununu, Kürt sorunu olarak göstermek için büyük bir çaba var” demişti.
ABD ve kukla Irak yönetimi arasında sıkışan AKP, teröristlerin K. Irak’taki inlerini vurmak için bir türlü eyleme geçemiyor. Oysa, bölgeye yapılan en kapsamlı operasyonlardan birine komuta eden dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş, ABD’ye kafa tutmuştu.
Kontrol bizde...
PKK’ya malzeme taşıyan ABD helikopterlerinin düşürülmesini emreden Güreş, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin K. Irak’ta bulunduğu yerlerde uçuş kontrol planlarının kendilerinde olduğunu belirtip, izinsiz uçacak Çekiç Güç uçakları için de ‘Vur emri’ vermişti.
Laf çok ama icraat yok!
DIŞİŞlerİ Bakanı Abdullah Gül, teröristlerin Irak’tan, Irak ordusundan elde ettiği silah ve uzaktan kumandalı patlayıcılarla donandığını belirtti, “Uluslararası hukuk çerçevesinde tüm haklarımızı kesinlikle kullanacağız” sözünü tekrar etti.
Dün kafa tutuyorduk
Doğan Güreş, 1992 yılında Kuzey Irak’ta TSK’dan izinsiz uçacak ABD savaş uçakları için “vurun” emri vermişti. Bugün ise AKP, Washington ile kukla Irak yönetimi arasına sıkıştı!
“Güneydoğu’daki bölgesel sorunu, başkalarının söylediği gibi Kürt sorunu olarak nitelendirmiyorum.”
PKK’nın Kuzey Irak’taki inlerini vurmak için ABD ve kukla Irak yönetiminden cevap bekleyen AKP hükümeti, bir türlü eyleme geçemiyor. Oysa, bölgeye yapılan en kapsamlı operasyonlardan birini komuta eden dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş, ABD’ye kafa tutmuştu. PKK’ya malzeme taşıyan ABD helikopterlerinin düşürülmesini emreden Güreş, Türk havasahası içinde ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kuzey Irak’ta bulunduğu yerlerde uçuş kontrol planlarının kendilerinde olduğunu belirtip, izinsiz uçacak Çekiç Güç uçakları için ’Vur emri “ vermişti. Güreş Paşa, 1 Kasım 1992’de, gazetecilerin Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sınır ötesi harekat konusundaki sorularını cevaplarken şunları söylemişti:

Kökü kazınacak
“Topraklarımıza saldıran, kan döken, bölücülük yapan, cinayet işleyen çeteyi takip ediyoruz. Bize bir daha zarar veremeyecek hale getirmek istiyoruz. Harekatın amacı budur... “ Paşa, 16 kasım 1992’de Ankara’da yaptığı açıklamada ise Kuzey Irak’ta gerçekleştirilen güvenlik operasyonunun ardından sıranın yurt içindeki operasyonlara geldiğini belirterek, ” İçeride de büyük operasyonlar olacak ve bunların kökü kazınacak “ demişti. Güneydoğu’daki sorunu ” bölgesel sorun “ olarak nitelendiren Doğan Güreş, ” Güneydoğu’daki bölgesel sorunu, başkalarının söylediği gibi Kürt sorunu olarak nitelendirmiyorum. Yalnız, böyle göstermek için büyük bir çaba var. Bunun böyle gelişebilmesi için, Türkiye’de bir ayrımcılık olması gerekir. Ancak, Türkiye demokratik bir ülke. Burada öyle bir ayrım yok” uyarısını yapmıştı.

Bugün icraat yok
Bugün ise terörle mücadelede büyük zaafiyet sergileyen AKP iktidarı sınırötesi bir harekat için eyleme geçemiyor. Başbakan Erdoğan önceki gün sınırötesi bir operasyon konusunda ABD ve Irak’tan cevap beklendiğini açıkladı. Dışişleri Bakanı Gül de Türkiye’nin gövde gösterisi yapma arzusunda olmadığını ifade etmişti. Bakan Gül, Financial Times gazetesine verdiği demeçte, Irak hükümetinin kendileriyle işbirliği yapmada tereddüt etmemesini istedi. Gül, “Eğer onlar durduramazsa, biz harekete geçmek zorunda olacağız. Bu, açık” dedi.
DSP: Her koşulda girmeliyiz
Başbakan Erdoğan’ın sınır ötesi harekat konusunda ABD ve Irak’tan cevap beklendiği açıklamasına DSP Genel Başkanı Zeki Sezer’den sert tepki geldi. Sezer, koşullara göre verilebilecek bir sınır ötesi harekatı kararından bağımsız olarak bir an önce sınır güvenliğinin eksiksiz sağlanması konusunda gerekli çalışmaların başlatılması gerektiğini bildirdi.

Kararı biz vermeliyiz
Sezer yaptığı yazılı açıklamada, terörün Kuzey Irak’taki terör kaynağının etkisiz hale getirilmesi ve sınır güvenliğinin tam olarak sağlanmasının önemine dikkati çekti. Sezer, açıklamasında “Terör kaynağının Kuzey Irak’ta etkisiz hale getirilmesi, Irak ve bu ülkede egemen olan müttefikimiz ABD tarafından; buna imkan bulunamaması halinde Türkiye’nin tek başına harekatıyla gerçekleştirilebilir” dedi. Her koşulda Türkiye’nin güvenliğini sınır ötesinde de sağlama hakkına sahip olduğunu ifade eden Sezer, bu hakkını kullanma kararını başka ülkelerin değil, kendi iradesiyle vermesi gerektiğini vurguladı.
ANAVATAN: Tatil lüksü yok
Artan terör nedeniyle Meclis’in olağanüstü toplanmasını isteyen muhalefete olumsuz cevap veren AKP’ye tepki yağıyor. Anavatan Partisi Grup Başkanvekili Süleyman Sarıbaş, bir haftada 15 vatan evladının öldüğü bir ülkede, kimsenin tatil yapma lüksünün bulunmadığını ifade ederek, “Toplayın Meclisi. Meclis, o cephede kanını vatan için dökenlerin yanında olduğunu göstermeli” dedi.

Evlatlarımızı yitiriyoruz
Süleyman Sarıbaş, her gün bir şehit cenazesi kalktığını, son bir haftada 15 şehit verildiğini dile getirerek, sözlerini şöyle sürdürdü: “Hükümet, yaygara kopardı, şimdi tekrar oturdu. Toplayın Meclisi diyoruz. Bir haftada 15 vatan evladının öldüğü bir ülkede, kimsenin, tatil yapma gibi lüksü yok. Toplayın bu Meclisi, milletin dertlerine çare üretin. ’Meclise gerek yok, o tatil yapsın’ diyorlar.” Vergilerin emeklilerden, yoksullardan alındığını da ifade eden Sarıbaş, vahşi düzen, vahşi kapitalizmin, IMF programlarının böyle kurgulandığını söyledi.

Misyonerliğin asıl amacını korkmadan anlatan ESKİ BİR PAPAZ : İLKER ÇINAR !

İlker Çınar ile tanışmam çoğumuzunda izlediği Ceviz Kabuğu adlı tartışma programı ile oldu.Misyonerlik faaliyetlerinin anlatılacağı bir konuydu bu söyleşi,dikkatimi çekmişti,çünkü misyonerlik faaliyetlerinin görülenin ardında birde görünmeyen,yani aynanın arkasındaki yüzünü eski bir papaz olan biri anlatacaktı.Konu her Türk gencinin dikkatini çeken komplo teorilerini üzerinde barındıran sinsi bir oyundu.Burdan sonrasını İlke Çınar`ın ağzından dinleyelim NOT:Aşağıdakiler bir röportajdandır;Ceviz Kabuğu Programındaki söyleşi değildir...)
cb491c54bb435f6898e59eedb288ff7dyh3



Uluslararası Protestan Kilisesi’nin Evanjelik Başpapazı iken İslam’a dönen İLKER ÇINAR “Misyonerlik belasını unutturmayacağız” diyor ve ekliyor: BUSH, DÖRT DÖRTLÜK BİR MİSYONER!


İlker Çınar... Protestan, Evanjelik bir ruhani lider iken Müslüman oldu. Şimdi ülkemizdeki misyonerlik faaliyetlerini deşifre ediyor. Hıristiyan camiası ve misyonerlerin ateş püskürdüğü Çınar, ölüm tehditleri alıyor. Misyonerliğin içinden gelen eski papaz Gerçek Hayat’a şoke edici açıklamalarda bulundu.




İlker Çınar, kıdemli bir papazdınız ve misyonerlik faaliyetlerinin, Hıristiyanlaştırmanın tartışıldığı bir dönemde İslam’a döndünüz. Neden, nasıl oldu bu?
Ben Tarsus Uluslararası Protestan Kilisesi’nin Başpapazı, Pastörü olarak görev yaptım. Hıristiyan teolojisi ve misyonerlik konularında 10 yıldan fazla yüksek öğrenim gördüm. Tarsus Protestan Kilisesi’ni ben kurdum.
Ne zaman kurdunuz kiliseyi?
2002 yılında.
Sonra?
Sonra bu kiliseye misyonerler geldi. Onlarla birlikte çalışmalara başladık.
Ne çalışması?
Tabii ki Hıristiyanlaştırma çalışması. Başka ne olacak?
Biliyorsunuz, Protestanlığın Evanjelik koluna bağlı olanların, kıyameti başlatmak için çalıştıkları, Irak’taki işgalin sebebinin Evanjelizm olduğu belirtiliyor. Bush da Evanjelik nitekim. Siz de Evanjelik miydiniz?
Evet biz Evanjelik’tik. Protestan’dık ama evanjelik’tik. Yani Bush’la aynı mezheptendik. Şimdi Bush’un köleliğinden kurtulduk. Evanjelik, “Müjdeci” demek. Bush, canla başla, kanlı müjdesini İslam topraklarına yayıyor.
Büyük Ortadoğu Projesi’nin de Evanjelik yaklaşımın bir ürünü olduğu doğru mu?
Doğru tabii ki. Evanjelikler, kendilerine vaadedildiğine inandıkları “İncil Ülkesi”ni ele geçirmek için sert, şiddetli tutumlar benimsiyorlar. Gizli, uzun vadeli planlar yapılmış ve bu planlar hayata geçiriliyor.
Müslüman oluşunuzun Pentagon’da gündeme getirildiğini açıklamıştınız. Bunun anlamı ne?
Bizim Müslüman olmamız Pentagon’da konuşulmuş, evet. Bunları uydurmuyorum. Dikkat çekmek için de söylemiyorum. Hıristiyan dünyasında, kiliseler ile siyasi çevreler arasında bağlantılar, kanallar vardır. İçeriden biri olarak, bu bilgileri duyabiliyorum.
Sizi ölümle tehdit edenler kimlerdi?
Türkiye’nin doğusunda yaşayan Alman asıllı bir misyoner beni ölümle tehdit etti. Amerikalılar ise bana İncil’den Romalılar bölümünün, 6. kısmındaki 11. ayetten cümleler göndererek beni tehdit ettiler.
Ne yazıyor orada?
“Öleceksin” yazıyor. Aldığım istihbarata göre 1 ay içinde bana suikast düzenleyeceklermiş.
1 ay mı?! Kim söyledi bunu size?
İstanbul’daki bir kiliselerden aldım bu bilgiyi. Hıristiyan camiada bulunan bir arkadaşımız var o bildirdi. Bizi uyardı.
Bush da bir nevi misyoner mi? Afganistan’a saldırmadan önce “Bu bir Haçlı Seferi” demişti?
Bush kendisi, dört dörtlük bir misyonerdir. Misyonerlerin tatlı dille yaptığının aynısını o silahlarla yapıyor. Tanrının askeri sayıyor kendisini. Evanjeliklerin beklediği Armageddon savaşını başlattı Bush. Yani kıyamet savaşını.
Misyonerler, Haçlı Seferinin bir parçası mı?
Misyonerler birer Haçlı askeridir. Tarihte 8 Haçlı Seferi düzenlendi silahlı olarak. Dokuzuncusu silahsız olarak düzenleniyor ve etkisi diğerlerinkinden kat kat fazladır. Misyonere sorarsan: “Silahın nedir?” diye, “İncildir” der. Bu, Haçlı ruhunun ifadesidir.
Misyonerler Türk milletine nasıl bakıyor?
Onların gözünde Türk = Müslüman. Batıda ülkü birliği oluşturan asıl şey de Türk düşmanlığıdır. Türk’ün dini, dili, ırkı, kültürü, karakteri bakımından Müslüman olduğu kesindir onlar için.
AB hakkında ne diyeceksiniz?
Avrupa Birliği kesinlikle bir Hıristiyan kulübüdür. Önceden bizim kulübümüzdü, ben o kulüpteydim. AB’li yetkililer Türkiye’ye geldiklerinde ilk önce kiliselere koşarlar. Durumu görmek, Haçlı Seferinin ne aşamada olduğunu anlamak için. Bize sorular sorarlardı, bizi denetlerlerdi. AB’nin uyum yasaları, Hıristiyanlığa uyum yasalarıdır. Yarım üyelik, şartlı üyelik adı altında bizi yarı sömürge haline getirecekler.
Kitap yazıyormuşsunuz?!
Hıristiyanlıkta, misyonerlik camiasında dönen dolapları anlatıyorum. Bitmek üzere. Biraz biyografik; misyonerlikteki stratejiler, metotlar, hedefler anlatılıyor. Bu kitapta “Bir başpapaz neden Müslüman oldu?” sorusunun cevapları olacak. İsimleri de vereceğim. Misyonerliği tamamiyle deşifre edeceğim. Misyonerlerin milyarlarca doları havaya uçmuş olacak inşallah.
Kitabın adı ne olacak?9757891835bd2
“Başpapazken neden Müslüman oldum?”gibi bir adı olacak. Sabahlara kadar yazıyorum. 1 aydır çalışıyorum kitaba. Kısmetse yakında tamamlanacak.
Misyonerlerle nasıl bir işbirliği yaptınız?
İşin para, finans kısmını onlar halletti, bilgi kısmını ben üstlendim. Faaliyete başladık. Bu kilise; Avrupa ve Amerika tarafından, Dünya Kiliseler Birliği tarafından da tanınmakta, desteklenmektedir. İstanbul’daki İncil Bilgilendirme Merkezi tarafından; Van Hakkari, Kilis ve Şırnak’taki faaliyetler için görevlendirildim. O illerde de kilise kurma yetkisine sahiptim.
Pardon, kiliselerin faaliyetleri arasında misyonerlik var mıdır?
Batı’da bulunan her kilisenin programında Doğuda misyonerlik faaliyeti gösterme zorunluluğu vardır. Her kilisenin ‘Doğu programı’ bulunur.
Peki, sizden ne yapmanız istendi?
Aleviler ve Kürtler arasında faaliyet göstermemiz istendi. Biz buna pek yanaşmadık. Tepkiler geldi.
Kim emir verdi, tepki gösteren kim?
Bizim misyonerlik organizatörümüz Jim Mc Donalnd’dır. Ondan emir aldık.
Jim Mc Donald Türkiye’ye mi geldi?
Tabii ki evet. Türkçe eğitimi aldı burada. Ben Türkçe İncil dersi verdim kendisine. Mark Johnson ve Kore asıllı Paul Kim adlı misyonerler de gelmişlerdi. Bunlar CAMA adlı misyoner grubunun üyeleriydi.
Bu misyoner grubuyla beraber, Türk halkına ne anlatıyordunuz?
Bir kere bizim öğrettiğimiz Allah inancı ile Kuran’daki Allah inancı aynı değildi.
Yani?
Biz, ‘İslam’ı çürütme’ tekniği ile çalışıyorduk, maalesef. Akademik çevreye akademik, sokaktaki adama sokaktaki adam gibi yaklaşıyorduk. Makyavelist bir yaklaşımdı bizimki. Sosyoloji ve psikolojiyi iyi biliyorduk. Sevgi dolu gibi görünüyorduk. İnsanlara para, iaşe yardımı yapıyorduk. Onların güvenini kazanıyor, sonra onları bir boşluğa düşürüyorduk.
Ne boşluğu?
“Bak Avrupa modern ve Hıristiyan ama sen Müslüman ve aşağıdasın” diyorduk.
Bu söz etkili oluyor muydu yani?
Biz bu etkiyi uyandırmanın eğitimini aldık diyorum size. Ben Türkiye için yetiştirilen en önemli 10 adamdan biriydim.
Birkaç gün önce bir pastör, bir ruhani lider idiniz. Şimdi bambaşka şeyler söylüyorsunuz.
“Veni, vidi, vici” [Geldim, Gördüm, yendim. – Büyük İskender.] Ben de geldim, gördüm, konuşuyorum işte. Misyonerler emperyalistlerin öncüsü, siyonistlerin işbirlikçisidir. Türkiye’yi “Bible Land” [İncil Ülkesi] olarak görüyorlar. Irak’ı Hıristiyanlar aldı işte. Asıl vaadedilmiş kutsal Hıristiyan toprakları Anadolu. En önemli 7 kilise buradadır. Tanrı “99 işi ben yapacağım, 1 işi sen yap ve savaş” diyor İncil’de. Buna inanıyorlar. İncil’de tüm kutsal topraklar, Mezopotamya, Anadolu ve Ortadoğu vaadedilmiş. Harran’da 48 bin dönüm arazi Amerikalılar tarafından satın alındı! Görmüyor musunuz?
Ciddi misiniz?!
Oraların Amerikalılara satılışına aracılık eden emlakçılardan biri kilisemizin üyesidir, tanıdığım biridir.
Şimdi, siz Alevilere ve Kürtlere Hıristiyanlık propagandası yapmak istemediniz...
Misyonerlerin söyledikleri tamamen yalandır. Silahla yenemeyeceklerini anladıkları için azınlıkların ayaklanmasını sağlamak istiyorlar. Kültürel yapıyı, bağı kopararak...
Hıristiyan yapılan Aleviler, Kürtler aslında Hıristiyan kabul edilmiyorlar fakat, öyle mi?
Dedim ya, ben baş papazdım, inanmıyor musunuz? O zavallılar yalnızca Hıristiyan’a benzetilmiştir. “Haleluya” dese de, kilisede mum yaksa, vaaz dinlese, Meryem Ana’ya yakarsa da... Asıl Hıristiyan onun çocukları kabul edilir. Bunun için biz akademide çocuk eğitimi, çocuk psikolojisi, teoloji, psikoloji, sosyoloji, tarih, mitoloji, yorumlama sanatı, dilbilgisi, hitabet, karşılaştırılmalı İslam... dersleri aldık.
Karşılaştırmalı İslam mı? O ne?
Kuran’daki bilgileri İncil’le karşılaştırıp, sonra Kuran’dakilerin sahte olduğunu söylerdik.
İslam’ı kötülemek için yani?
Yobaz olarak gösterdik Müslümanları, şimdi de terörist olarak gösteriliyor. Müslümanlar, yobazlıktan teröristliğe geçtiler, farkında değil misiniz? Bunu kim yaptı? Cami, tespih, başörtüsü denilince akla artık makinalı tüfek geliyor! Bunu Hıristiyan misyonerler ve Batılı siyasiler hep birlikte başardı.
Yani işin siyasi yönü ile misyonerlik içiçe?
Her şey içiçe. Mesela Türkçe’nin İngilizceleştirilmesi, mesela turizmin yayılması, televizyonlardaki yayınlar bunun bir parçası.
Ne zaman Müslüman olmaya karar verdiniz?
2 hafta önce Müslüman oldum.
Birdenbire mi?
Ben İslam’ı da iyi araştırdım.
Bir yandan ‘İslam’ı çürütme’ faaliyeti içindeydiniz, fakat bir yandan da...
Evet, biz Muhammed’in sapkın din adamı Bahira tarafından eğitildiğini söylerdik insanlara.
Fakat şimdi İslam’a döndünüz?
Elhamdülillah. Ben Türk’üm, İslam’ı seçtim. Şu anda Hıristiyanlığı putperestlik olarak kabul ediyorum. İslam’da takiyyecilik, ikiyüzlülük yoktur. Zaten, Hıristiyanlığı eleştirmeye, sorgulamaya başlamıştım. Allah nasip etti, hidayete erdim.
Peki ya yıllarca Hıristiyan yaptığınız, kilisede vaaz verdiğiniz insanlar? Onlara ne diyorsunuz?
Hıristiyan cemaate de duyuruda bulunuyorum. Yumuşak bir dille hakikati söylüyorum. Onlar arasında İslam’a dönen bazı kişiler var.
Artık papaz değilsiniz. Yani işinizi, maaşınızı kaybettiniz? İyi kazanıyor muydunuz?
Evet. Lüks bir yerde oturuyorum. Herkes bilir. Rahat bir hayatım vardı. Fakat artık Müslüman’ım, elimi taşın altına koydum. Kayıplarımı, parayı hesap etmedim. Şu anda gönlüm zengin. Çünkü Müslüman’ım. Çok şükür bizi bağlayan zinciri, boynumuzdaki halkayı kırdım. Hıristiyanlaştırılanlar, misyonerlerin, Batı’nın kölesi durumunda. Ben bu zincirden kurtuldum.
Medyadaki misyonerlik tartışmalarına ne diyorsunuz?
Hiçbiri kuru laftan öteye geçmez. Hıristiyan misyonerler gerçeği çarpıtıyorlar. İnanç özgürlüğü sözü geçince, herkes öyle kalakalıyor. Bu halkı soytarı durumuna düşürüyor misyonerler. İnsanların cebine 3-5 bin dolar koyunca, zavallılar her şeylerini satıyor!
Camiye gidiyor musunuz?
Cumaya gittim. Hoca kürsüden bizi selamladı, bağrına bastı. Ne kadar mutlu olduğumu anlatamam. Harikaydı.
Kilise ile cami arasında ne gibi farklar var?
Ben kilisede, camideki manevi havayı göremiyorum. Kilisede hep rol var, kilise şov mekanıdır. Camide samimiyet var. Cami hakikaten Allah’ın evi. Camide huzur buluyorum. Kilisede ikiyüzlülük hakim. İnancında samimi olanlara sözüm yok, yanlış anlaşılmasın. Benim hayatım kilisede geçti. Fakat şu bir gerçek ki, misyonerler Hollywood aktörleridir. Mel Gibson bunların eline su dökemez. Bir misyoner kendi niyetini gizler ve size öyle yalanlar söyler ki gözyaşlarınızı tutamazsınız.
Son olarak ne diyeceksiniz?
Allah sonumuzu hayreylesin. Misyonerlik belasını unutturmayacağız. Allah’ın izniyle, Muhammed aşkıyla tam yol ileri!
Çok teşekkürler İlker Bey.
Allah’a emanet olun.
Siz de.
Allah razı olsun.


Kaynak: http://www.msxlabs.org/forum/kurumlar-ve-kuruluslar/6434-dunyayi-yoneten-gizli-orgutler-2.html#ixzz2VviWgJso
Önceki mesajları göster:   


Powered by phpBB © 2001, 2005 phpBB Group
Türkçe Çeviri: phpBB Türkiye & Erdem Çorapçıoğlu