Forum'da ara:
Ara


Yazar Mesaj
Mesaj30.10.2010, 17:47 (UTC)    
Mesaj konusu: AnadolululaR | Bilgili olan Tilki gibidir!

Bu baslik altinda sizlere sitemizdeki yenilikleri, paylasimlari, duyurulari vce projelerimizi paylasacagim...
Iyi forumlar...
Mesaj30.10.2010, 17:50 (UTC)    
Mesaj konusu:

Arrow http://anadolulular.tr.gg/Galaksiler.htm

Galaksiler

Kâinatta mutlak boşluk yoktur. Zerreler, küreler, irili ufaklı cisimlerle doludur. Yapısı atomdan daha latif olan esir maddesini b:ir başka yazıya bırakarak, büyük küreler daha doğrusu kürevari varlıklar olan galaksilerden söz edelim. Kenarını köşesini kavrayamadığımız kâinatta büyüklüklerini ölçemediğimiz bu mahlûkların yapı ve hareketlerine şöyle bir bakalım. Belki küçüklüğümüzü anlamamıza ve bütün bu sistemleri halk edenin büyüklüğünü derk etmemize yardımcı olur.

Galaksiler, kâinatta yıldızlardan daha çok sayıdadırlar. Büyük teleskoplarla rasat edildiğinde, dolunay kadar bir gökyüzü parçasında dört yüz kadar galaksinin varlığı anlaşılmaktadır. Bu da bizi milyarlarca galaksinin varlığı sonucuna götürür. Güneş sistemi ve dünyamız bu milyarlarca yıldız kümelerinden bininin bir parçası, bir yıldızıdır, avenesiyle beraber. İçinde bulunduğumuz galaksiyi Samanyolu olarak biliyoruz. Baktığımızda süt renginde bir yol görünümü vermektedir. Eskiler Samanyolu’nun Hercul’e meme veren Junon’un memesinden kaçmış bir damla süt olduğunu sanırlardı. Samanyolu bu yıldız topluluğundan başka bir şey değildir. İçindeki yıldızlar birbirine yakın olduklarından ve uzaktan bakıldığında “izdüşümleri” birbirleriyle birleşerek tek yıldız gibi bir görünüm vermektedir. Üstten bakıldığında helezonvari bir şekilde iki büyük kala sahip bir havai fişeği andırmaktadır. Bu kolların her birinin genişliği 2500 ışık yılı olup. “Orion” ve “Perseus” adlarıyla isimlendirilmektedir. Bu kolların nasıl oluştuğuna dair çeşitli görüşler vardır, Uzun yıllar dönmeden mütevellit meydana gelmiş diyenlerin görüşü çok kuvvetli değildir. Galaksinin her noktadaki dönme hızı aynı değildir. Merkezden uzaklaştıkça dönme hızı azalmaktadır. Buna göre de 100 milyon senede yıldızları Samanyolu’nun kollarından ayırarak uzaya fırlatması yani helezon yapının bozulması lazımdı. Fakat görülüyor ki Samanyolu’nun takriben 10 milyar seneye yakın bir yaşı olduğu halde yıldızlar dağılmamıştır. Öyle ise yıldızları dağıtacak farklı hızların tesirini önleyecek bir mekanizma söz konusudur Bu mekanizmanın nasıl olduğu bilinmemektedir. Çok yavaş bir sıkışma ve neticede farklı yoğunluklu bölgeler oluşması gibi sebepler ileri sürenler varsa da pek kuvvetli değildir.

Samanyolu’nun yıldızlarının hepsi aynı cinsten değildir. Kimi çok yaşlı, kimisi de çok gençtirler. Kimi çok sıcak kimi çok soğuk, kimi hafif, kimi de çok ağırdır. Bazısı çok küçükken, bazısı da çok büyüktür. Değişik bir aile topluluğu, zıtlar burada da cemedilmiş. Hâkim olanın hikmeti, pek bilemiyoruz. Bunların ekseriyetini genç ve parlak yıldızlar teşkil ederler. Aralarında bulutsu bir madde olup ki buna yıldızlararası madde diyoruz, diğerlerinin, yani yıldız olmayanların etrafında bu madde pek yoktur.

Samanyolu’nun yıldızları da birkaç yüzü beraber olmak üzere gruplar teşkil etmektedirler. Bunun yıldızları arasında iyonlaşmış veya nötr gazlar ve tozlardan oluşmuş bu maddenin uzun zaman sadece atomlardan ibaret sanıldığı halde, moleküllerinin de var olduğu ve yer yer yoğunluğunun değiştiği, bazen bulut (nebule) şeklinde görüldüğü vakidir. Yoğunluk helezon kollarında daha fazladır. Yıldızların hamurunun da bu maddeden olduğu bilinmektedir. Kütlenin ekseriyetini hidrojen oluşturmakta yüzde bir kadar da tozların varlığı sanılmaktadır. Samanyolu galaksisine yandan bakıldığında ise ortası şişman bir disk veya mercimek gibi görünmektedir. Ortadaki şişkinlik eni 13 bin boyu 26 bin ışık yılı olan bir elipsoittir. Samanyolu’nun çapı 100 bin, merkezdeki kalınlığı 16 bin ışık yılıdır. Güneşimiz, Galaksinin merkezine 30 bin ışık yılı uzaklıkta ve ortalama düzlemin 50 ışık yılı üzerindedir. Aynı zamanda “Orion” kolunun içyüzü üzerindedir.

Galaksi dediğimiz bu uzay odalarının şekilleri ayrı ayrıdır. Bazıları spiral, bazıları küre, bazıları elipsoit, bazıları da daha değişik şekillerdedir. Komşu galaksimiz Andromeda’nın bize ortalama uzaklığı 1,5 milyon ışık yılıdır. Bir milyona yakın yıldız ihtiva etmektedir. 92 bin ışık yılı boyunda 23 bin ışık yılı enindedir En büyük galaksinin çapı 100 bin ışık yılı kadar olduğuna göre, bunların aralarındaki uzaklıkların milyonlarca ışı.k yılı olduğu sonucuna varmaktayız.

Galaksilerin ortalama kütleleri ise 2,1021 kg kadardır. Samanyolu’nun kütlesi, Güneşimizin kütlesinin 200 milyar katı kadardır. (Güneşin kütlesi ortalama; 1,99.10^30 kg dır.) Bu kütle neye karşılıktır veya bu ağırlığı meydana getirenler nelerdir? Yıldızlar, gazlar ve tozlar. Bu büyüklüğe bu kütlenin az oluşu, yıldızların aralarındaki uzaklığın çok oluşunu anlatmaktadır. Galaksilerin 1 cm küplük hacmine ortalama bir atom düşer. Yer atmosferinin 1 cm küpünde 10^19 atom ve molekülün olduğunu söylersek, galaksilerdeki yıldız dağılımının ne kadar seyrek olduğunu anlamış oluruz. Başka bir deyişle onları 75 km lik mesafelerde olan yağmur damlalarına benzetirsek daha iyi kavramış oluruz.

Ayrıca bu galaksilerden binlercesi bir sistem oluşturmaktadır. Samanyolu galaksimiz diğer 20 kadar galaksi ile birlikte bir küme oluşturmakta. Bu dev galaksilere de meta galaksi denmektedir. Samanyolu’muz, topluluğun merkezi olmayan bir yerindedir. Daha başka çeşit galaksi toplulukları da vardır. Bize en yakın olanı “Virgo” tabir edilen 3000 kadar galaksinin beraberlik kurduğu ve bizim 50 milyon ışık yılı kadar ötemizde bulunan topluluktur.

Bu kümelerin de kendi aralarında kümeleşerek süper kümeler oluşturduğu 180 milyon ışık yılı çapında değişik bir harekete sahip, dönen ve genişleyen elipsoitler oluşturdukları söylenmektedir.

Şimdi gelin hep birlikte insaf masasına oturalım ve düşünme ve tefekküre başlayalım. Süper kümeleri, meta galaksileri ve galaksimiz Samanyolu’nu. Bunların değişik keyfiyette olup değişik hareketlerini ve bizim sistem içinde sistem, onun içinde başka bir sistem, onun içinde de Güneş sistemimiz. Güneş sistemimizde merkezi bir eksen etrafında dönmekte. Bu sistemin, yıldız ve binlerce küçük küreler hariç on iki seyyare içinde dünyamız ve üzerinde biz. Dünyamız kendi ekseni etrafında dönmekte, Güneşin etrafında dönmekte, Güneş kendi etrafında, Samanyolunun etrafında Samanyolu bir eksen etrafında... v.s. Bunların birbirlerinden uzaklaşmalarını düşünün. Güneşimizin Herkül burcuna doğru süratle gidişini düşünün. Bu ayrı ayrı dönmeler, değişik hareketler, farklı farklı kaçışlar ve iç içe keyfiyetleri fark eden bizler, nasıl işin içinden çıkacağız. Sistemler nasıl kurulmuş, neden bozulup mahvolmuyorlar? Neden kürelerden bir küre gelip bizi tuzla buz etmiyor? Bu galaksiler nasıl oluyor da birbirlerine girmiyorlar, çarpışmıyorlar etrafındakileri ötelere fırlatmıyorlar?

Neden bu durmayanlar durmuyorlar? Nasıl bu kadar hesaplı gidebiliyorlar? Bütün bunlarda çak dakik hesaplar, ince mizanlar vazedilmişe benziyor. Saniyelik zamanlar, mikronluk mesafeler hesaba dâhil edilmiş. Her biri diğerine, hepsi birbirine bağlı.

Bu sistem tek bir sistem, bu nizam tek bir nizam...

Var eden de, döndüren de, götüren de tek olmaz mı?


1) Işık yılı: Işığın bir yılda gittiği yol. Işık saniyede 300 000 km yol almaktadır. Işık yılı yaklaşık 10^13 km etmektedir.

2) Samanyolu Galaksisi ekseni etratındaki dönüşünü 200 milyon yılda tamamlamaktadır.

3) Arzın ve Güneşin takriben yaşı 5 milyar yıldır.

4) Ay’ın ışığı (Güneşin ışığının Aydan aksi) Dünyamıza ortalama bir saniyede gelmektedir. Güneşin ışığı ise ortalama sekiz dakikada gelmektedir.


alintidir...


En son anadolulular tarafından 30.10.2010 17:50:53 tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Mesaj30.10.2010, 17:50 (UTC)    
Mesaj konusu: ReklamTam

Başarılar Kolay Gelsin.!
Mesaj30.10.2010, 17:51 (UTC)    
Mesaj konusu:

Arrow http://anadolulular.tr.gg/-O-h-nun-%26%23350%3Bahidleri.htm

ÜÇÜNCÜ ŞAHİD

Bak, şu seyyal kâinatta şu seyyar mevcudatta dolaşan canlılara... Göreceksin ki: Bütün canlılardan her bir canlı üstünde Hayy-ı Kayyum olan Allah’ın koyduğu çok mühürleri vardır. O mühürlerden bir mührü şudur ki; O canlı, mesela şu insan, adeta kâinatın küçültülmüş bir misali, hilkat ağacının bir meyvesi ve şu âlemin bir çekirdeği gibi ki, âlemdeki nevilerin ekser numunelerini içine almıştır. Güya o canlı, bütün kâinattan gayet hassas ölçülerle süzülmüş bir damladır. Demek, şu canlıyı yaratmak ve ona Rab olmak, bütün kâinatı tasarruf elinde tutmak lazım gelir.

İşte, eğer aklın evhamda boğulmamış ise anlarsın ki: Bir kudret kelimesini, mesela “bal arısını” ekser eşyaya bir nevi küçük fihriste yapmak ve bir sahifede, mesela “insanda” şu kâinat kitabının ekser meselelerini yazmak, hem bir noktada, mesela küçücük “incir çekirdeğinde” koca incir ağacının programını incir ağacının programını dercetmek (içine yerleştirmek) ve bir harfte, mesela, “insan kalbinde” şu büyük âlemin sayfalarında tecelli ve ihata eden (kuşatan) bütün güzel isimlerinin eserlerini göstermek ve bir mercimek tanesi kadar mevki tutan “insanın kuvve-i hafızasında” bir kütüphane kadar yazı yazdırmak ve bütün kevni hadiselerin tafsilatlı fihristesini o kuvvecikte dercetmek elbette ve elbette herşeyin Yaratanına has ve bu kâinatın Rabbi Zülcelal’ine mahsus bir mühürdür. İşte canlı üstünde olan pek çok İlahi Mühürden bir tek mühür böyle nurunu gösterse ve onun Ayetlerini şöyle okuttursa acaba birden bütün o mühürlere bakabilsen” “şiddet-i zuhurundan gizlenen Zatı noksan sıfatlarından tenzih ederim” demeyecek misin?


alintidir...
Mesaj30.10.2010, 17:52 (UTC)    
Mesaj konusu: Re: ReklamTam

reklamtam yazmış:
Başarılar Kolay Gelsin.!


Sag olun Wink
Mesaj30.10.2010, 17:55 (UTC)    
Mesaj konusu:

Arrow http://anadolulular.tr.gg/D.ue.nyay%26%23305%3B-Ayd%26%23305%3Bnlatanlar-d--%26%23304%3Bbn_i-Sina.htm

Dünyayı Aydınlatanlar: İbn-i Sina

İbn-i Sina, hicri 370 senesi Saferinde yani Miladi 980 senesi Ağustos ayında Buhara’ya bağlı Khormisen kasabasında doğ­muş, hicri 428 senesi Ramazan ayının ilk cumasında ( 21 Haziran 1037) den Hem edan’ da vefat etmiştir. Tahsilini nasır yaptığını kendisi şöyle anlatıyor:

“Ben, biraz büyüdükten sonra babam tekrar Buhara ‘ya döndü. Bizi de birlikte götürdü. Buhara’ da muallimliğime tayin edi­len zattan ilk tahsile ait şeyleri öğrendim. On yaşıma geldiğim zaman, Kur’an-ı Kerim’i ezberlemiş, birçok şeyler öğrenmişÂ­tim. Yaşım biraz daha ilerleyince diğer bir zattan hesap, başka birisinden “fıkıh” ve “kelâm” öğrendim. Farabî felsefesine vakıf olan Abdullah Natılı adlı bir âlimden hususi olarak mantık ve felsefe okudum. Sonra resmen ders vermesine ruhsat verilince ayni şahıstan el-macesti’ye başladım. Aynı za­manda tıp da tahsil ediyordum, öğrendik­lerimi de hastalar üzerindeki müşahedelerimle ikmale çalışıyordum. Tecrübe ve mü­şahededen, kitap okumaktan ziyade istifa­de ettim. Artık ons ekiz yaşıma gelmiştim. Mütemadiyen çalışıyordum. Geceleri ya mütalâa ile veya birşey yazmakla geçiriyor­dum. Yorulduğum ve uyku bastığı zaman uykumu açacak birşeyler içiyordum. Uy­kum kaçınca da tekrar mütalâaya koyulu­yordum. Uykuda bile zihnim ekseriya, oku­duğum şeylerle meşgul olurdu. Çok kere uyandığım zaman, evvelce halledememiş olduğum şeyleri uykuda halletmiş olduğu­mu anlardım.

Sonraları metafiziğe başladım. Fakat buna ait kitabı belki kırk defa okuduğum halde birşey anlamamış, ümitsizliğe düşmüştüm. Tam bu sırada birgün bir kitapçı dükkânına uğramıştım ki; mezatta bir ki­tap satıldığını gördüm. Del lal bu kitabı almamı tavsiye etti. Kitabı tetkik ettim. Bu kitap, o zamana kadar bir türlü anlayamamış olduğum, metafiziğe ait Farabi’nin bir eseriydi. Alıp eve dönünce hemen tetkike koyuldum. Bitirinceye kadar dikkatle oku­dum. Bitirdiğim zaman, o vakte kadar bir türlü anlayamamış olduğum metafiziği tamamıyla kavramıştım. Sevincime sınır yok­tu. Secde-i şükrana kapandım. Fakirlere sadakalar dağıttım.”

Çok renkli ve canlı bir hayat yaşayan bu büyük insan, dershanesinde veya klini­ğinde olduğu gibi, vezirlik masasında da, hapishane köşesinde de daima düşünen bir âlim, yazan bir müellif olarak kalmıştır.

Beyninde her an şimşekler çakan bu ateşli zekânın meçhuller âleminin derin­liklerine dalmak hırsını ve her an yeni bir he­yecan dalgası içinde çırpınan kararsız ru­hunun daimî huzursuzluğunu gidermek maksadıyla, her yerde ve daima okumuş, okutmuş ve yazmıştır.

Onun korkunç kasırgalara benzeyen hayat akışı içindeki derin tefekkürü, da­imi didinişi, beyin ve bünyesinin sınırsız bir enerji ve hayatiyet kaynağı olduğunu göstermektedir.

İrfan sahasının genişliğini anlatan eserlerinin listesini tetkik ettiğimiz zaman, karşımızda sistem sahibi bir filozof, hazık ve âlim bir tabib, kuvvetli ve kritikçi bir mantıkçı, keskin nazarlı bir astronomi âlimi, bir riyaziyeci, tecrübe ve müşahedeyi rehber edinen bir tabiat âlimi yükselmektedir. O, zamanında mevcut olan ilimlerden hiçbirine yabancı değildir. Hepsini incele­miş ve hemen hemen hepsine dair eserler yazmıştır. Bu arada en çok hayret edilecek husus da şüphesiz ki; sayısı yüzlere ulaşan eserlerinin en büyüklerini, ihtisas dalgaları­nın insafsız sadmeleriyle sarsıldığı veya ora­dan oraya kaçmaya mecbur kaldığı veya bir kalede mahpus bulunduğu buhranlı za­manlarda yazmış olmasıdır. Ondaki ilim aşkı, haiz olduğu harikulade zekâ, tüken­mez enerji ile denk sayılacak kadar şiddetli idi. Bunlar ona pek haklı olarak, “Eş’ Şeyh’ ür-reis” unvanını kazandırmıştır.

İbn-i Sina ilimde olduğu kadar ahlâkta da yüksek bir insandı. Siyasî rekabetlerle kendisine binbir türlü ezaları reva görmüş olanlardan intikam almak fırsatını elde ettiği zaman, asla intikama tenezzül etmemişti. Hatta onları cezalandırmak isteyen hükümdarı bu fikrinden vazgeçirmişti.

Batı âlemi küflü hurafeler içinde bo­ğulmuş olduğu bir sırada, o, bütün kâi­natın, Yaratanın değişmez kanunlarına bağlı olduğunu, arz kabusunun orojenik ve teknoik kuvvetlerle ve dağların vadilerinin fıtrî kanunlara uygun olarak teşekkül ettik­lerini ilmî esaslar dâhilinde izah ediyordu.

Kuvvet mefhumunu Aristo’dan mül­hem ele aldığı halde, ondan çok daha fazla dinamizme vardığını görüyoruz.

İbn-i Sina kuvvetlerin çekimi ve ağırlıkların kaldırılması vasıtası ile kuvvetin eserlerini gösteriyor. “Eserin şiddeti ne ka­dar artarsa kat edilen mesafe o kadar azalır” şeklindeki (mihanik) prensibini hatırlatı­yordu.

İbn-i Sina, zaman mevzuunda: “Za­man ancak hareket vasıtası ile tasavvur edi­lebilir. Hareketin hissedilmediği yerde za­man da yoktur” diyordu. Hele, zamanın izafiyeti ile alâkalı fikri ise çok enteresan; “Zamanın sükûn ile hiçbir münasebeti yok­tur. Aynı zaman muhtelif hareketlerin öl­çüsü olabilir.”

İbn-i Sina, ruhun varlığının (benliğin) maddeden başka bir varlık olduğunu da şöyle isbat etmektedir:

1- Ruh (Ene,) Ben Cisim değildir, çünkü bedeni meydana getiren bütün par­çalar, daima büyümek ve çürümektedir. Hâlbuki benlik ile işaret edilen ruh cevheri, bu hallerin hepsinde de bakidir. Kendisinde değişiklik yoktur. Baki olan, baki olma­yandan başkadır. Öyleyse cisim ve cesetten ayrı bir nefs-i natıka, bir ruh vardır.

2- Bütün hallerde insan, kendi zatını ve varlığını idrak etmektedir. Bu idrak vası­tasız olarak meydana gelir. Hiçbir hal yok­tur ki, benlik kendi varlığından şüpheye düşsün, kendisinden gafil olsun. Uyku ve baygınlıkta bile.. Demek ki çeşitli senelerde yaptığı iyilik ve kötülüğü kendisinin yaptığını bilen insanda (ben) diyen kuvvet değişip duran, yenilenip tazelenen beden­den ve bedenin parçalarından başka bir varlıktır.

İbn-i Sina’nın tıbbî keşiflerinden bazıları:

Onun, (Kanun) adlı kitabında en çok dikkate değer buluşlar, kan deveranı ve teneffüse ait olanlardır. İbn-i Sina’nın Harvey gibi tam bir devaran şeması çizip çizmediğini bilemiyoruz. Fakat Tıpta Kanun Kitabının muhtelif bölümlerinde dev arana ait hükümlerinde Harvey’e o kadar yakla­şıyor ki, bu fikirleri niçin daha toplu ola­rak ifade edip tam bir plan vermediğine hayret etmek icap eder. Kelime kelime Kanun’da bu mevzu ile alâkalı ifadeler incele­nirse, İbn-i Sina’da hem büyük, hem küçük kan dolaşımı hakkında oldukça açık bir fikrin mevcut olduğu görülür.

Umumiyetle İbn-i Sina’nın nabız hak­kındaki fikirleri incelendiğinde hem ken­dinden önceki hem de sonraki hekimlerde, ondaki kadar kuvvetli ve derin müşahede­lere rastlanamaz. İbn-i Sina, bizzat atarda­mar cıdan hastalıklarından doğan nabız de­ğişmeleriyle; kalbi normal olmayan işleyi­şinden meydana gelen nabız değişmelerini kafi olarak birbirinden ayırmış ve böylece modem anlayışlara yol açmıştır. Bunlar öyle keşiflerdir ki, dünyanın bunları kav­rayabilmesi için uzun asırların geçmesine ihtiyaç vardır.

Eski âlimlerden çoğu teneffüste, ak­ciğerlerin hareketlerini aktif telakki ediyor­lardı. Hâlbuki “El’Kanun fi’t-tıb”da İbn-i Sina şöyle diyor: “Göğsün hareketi bizzat olup, akciğerin hareketi göğse bağlı olarak meydana gelir.” Bu hüküm, akciğerlerin ha­reketlerini aktif değil pasif telakki eden modern fizyolojik bilgimize uygun gelmek­tedir.

İbn-i Sina nefes ritmasını hârikulâde bir incelikle tasnif eder; ona göre nefes şöyle taksim olunur: 1- Büyük nefes (Te­neffüs organları hareketi mümkün olan her yönde toplu halde hareket eder) 2- Uzun nefes (Hararetin eksikliğinden) 3- Küçük nefes (ağrı, sızı, acı, olduğunda) 4- Hızlı ve yavaş nefes 5- Sıcak ve soğuk nefes 6- Mütevatir ve alışılmış nefes, 7- Zayıf ve kuv­vetli nefes, 8- Kesik ve devamlı nefes (gö­ğüs kaslarında kasılma, büzülme olursa) 9-Çirkin ve güzel kokan nefes, 10- Düzgün ve muhtelif nefes.

Bu kadar ince bir tasnifin manası ancak “deney metodlarının” inkişafından sonra, yani 9’uncu asrın ikinci yansında kavranmaya başlanmıştır.

Doğum hâdisesinin izahı hususunda da İbn-i Sina, kendinden evvelkileri çok geçmiştir. Malumdur ki Aristo ve Hipokrat’a göre cenin, hamilelik müddetinin bit­mesinin sonunda kendi kuvveti ile aktif olarak rahimden çıkar. İbn-i Sina bu hük­mü şöyle tashih eder: “Karın kaslarının ra­himde olan cenini sıkıp dışarı çıkarmakta yardımları olur.” Demek ki, İbn-i Sina, ce­ninin aktif olarak değil pasif olarak ve ana uzvunun karnı tazyiki ve rahim kasılmaları ile çıkarılmakta olduğunu biliyordu.

İbn-i Sina’da, kaslardaki “boşaltma tertibatına” ait de bazı fikirlerle de karşı­laşıyoruz. Mesela, mesane bahsinde: “İdrar kabı ağzında bir kas vardır ki mesaneyi çevrelemiştir, gevşeyince tutma gücü kaybolur.”

Sphincher kasının işleyiş mihanikiye-ti de hakikaten böyledir.

Kasların hararet meydana getirdikle­rinin, İbn-i Sina tarafından sezilmiş oldu­ğunu gösteren şu ifade de oldukça entere­sandır: “ Kaslar, soğukluğun şiddetini kırı­cıdırlar.”

Schrutz 608’nci sayfasında İbn-i Sina’dan uzun boylu bahsederken Plemit’ lerin kati olarak tefrik edilişini ve ampiyem (iltihap birikmesi)’lerin açılmasının ve tahliyesinin. İbn-i Sina’ya râcî olduğunu zikretmektedir. Sadece şu iki keşif, bir ismi ebedileştirmeye kâfidir.

Sinirler ve merkezi sinir sistemi sa­hasında da (Kanun)’da pekçok orijinal malûmat mevcududur. Meselâ, sinirlerin fayda­ları bahsinde, şunları söyler

1- Beyin diğer organlara his ve ha­reket verdiğinde sinirler onların aralarında vasıtalık yapar.

2- Eti sertleştirir, bedeni takviye eder. Karaciğer, dalak, akciğer gibi his ol­mayan organların faaliyetlerini temin eder.

Beyinden gelen his ve hareket sinirle­rinden ancak başta ve yüzde olan organlar ve karındaki ciğer ve bağırsaklar istifade ederler. Diğer organlar his ve hareketi, omurilikten çıkan sinirlerden alırlar.”

Bu hükümler, henüz ibtidâî de olsa­lar beyin ve omurilik sinirlerinin tefrikine dair ilk adımlan teşkil etmektedir.

İbn-i Sina’nın en iyi tetkik ettiği has­talıklardan birisi de şüphesiz sanlıktır. Bu hususta “El-Kanun fı’t-tıp” isimli kitabında şu izahatı veriyor. “Sarı sanlığın çoğu ke­re sebebi karaciğer ve öd kesesi cihetlerin­den, siyah sanlığınki ise, dalaktandır. Bazen karaciğere de bağlı olur.

Biz deriz ki, safra sanlığı safranın çok meydana gelmesiyle olur. Veyahut faz­la meydana gelmese de, akışının engellen­mesi sebebiyle toplanıp çoğalır.

Keza, akrep ve yılan sokması da saf­ra doğurur. Kuzey yelleri estiğinde ve so­ğuk kışta da sarılık çok olur. Terlemek âdeti olanlarda da sanlık meydana gelir. İstifra edememeden doğan sanlıklar; öd kesesi, bağırsaklar ve diğer organlardan birinde toplanan safranın istifra edilmeyişindendir. Sebebi ise, mecralarının tıkan­ması ve karaciğerle mecra arasındaki tıkanıklıktır. Karaciğerin, sıcak yumru şişle­rinden (yani tümör ve kist) de sarılık olur. Karaciğere soğuk dokunsa, karaciğerde olan mecraları (yani boşaltma kanalları) tı­kanır.

Bazı kere de öd keselerinin mecra­sında tıkanıklık olur.

Sarılığın alâmetleri: İdrarın rengi ko­yu olur. Şehveti az, susuzluğu çok, idrar­da kırmızılık... Sonra idrar şiddet üzere sarı ve nihayet siyah olur. Kıvamında koyu­luk ve koku olur.”

Kanundan aldığımız ve İbn-i Sina’nın keşiflerinden ancak bir kısmını gösterebilen bu satırlar, dâhinin ilim âlemine verdiği he­diyelerin azametini ortaya koymaya kâfidir sanırım. İbn-i Sina bu keşifleri kadar da tıp ilminin hakiki mahiyetini ve tabibin va­sıflarını gösteren yazılan ile zihinlerde silin­mez bir iz bırakmıştır.

Tıbba hem koruyucu, hem şifa verici bir ilim nazarı ile bakan İbn-i Sina, bu su­retle tababeti ilimlerin ilmi telakki etmiş ve tıbbı en yüksek mertebeye ulaştırmıştır. Hatta yalnız ameli tıp çemberi içinde kalanlarla geniş bir genel kültüre dayanan hekimleri birbirinden ayırarak birisine sırf tabib, diğerine filozof tabib ismini vermişÂ­tir. Filozof tabib unvanını kendinden önce geçenler arasında Galen’e vermiştir. Kendi buluşu olan bu mefhuma en çok yaraşan isim şüphesiz kendi adıdır.


alintidir...
Mesaj30.10.2010, 17:59 (UTC)    
Mesaj konusu:

Arrow http://anadolulular.tr.gg/K.ue.%E7.ue.k-Erkan_%26%23305%3B-Harp.htm

Küçük Erkan-ı Harp

Hortumlu sivrisinek dünyaya geldiği dakikada hanesinden çıkar, durmayarak insanın yüzüne hücum eder. Uzun asasıyla vurur, ab-ı hayat fışkırtır, içer. Hücumdan kaçmakta, erkân-ı harb gibi maharet gösterir. Acaba, bu küçük, tecrübesi, yenidünyaya gelen mahlûka bu sanatı, bu fenn-i harbi ve su çıkarmak sanatını kim öğretmiş? Ve nerede öğrenmiş?

İşte, ilhama mazhar olan arı, örümcek ve yuvasını çorap gibi yapan bülbül gibi hayvanatı, bu sineğe kıyas et.


alintidir...
Mesaj30.10.2010, 18:01 (UTC)    
Mesaj konusu:

ÖRTÜM VE BEN

Aslında, biz kadınlar oldukça “örtü” meraklısıyız! Masa örtüsü, yatak örtüsü, sehpa örtüsü, buzdolabı-çamaşır makinası , fırın örtüsü, tüp örtüsü, sebzelik örtüsü... O kadar ki eski gaz lambalarına bile özene bezene, el emeği göz nuru dökerek örtü hazırlıyoruz. Evimizin, arabamızın koltuklarını tozdan kirden korumak ve nihayet güvenlik için arabaları da örtüyoruz. Belli ki “örtmeyi” çok seviyoruz. Peki ya örtünmeyi? Örtünmeye de aynı önemi veriyor ve ilâhi maksada uygun örtünüyor muyuz?

Bir kadın olarak bazen kendi hemcinslerimi anlamakta güçlük çekiyorum. Neredeyse günün birinde ev örtüsü ya da çatı örtüsü de icat edecekler! Önümüze gelen her şeye hemencecik bir örtü tasarlıyoruz. Ama kadın, kendini örtmeyi, kendine değer vermeyi, kendini koruma altına almayı akıl etmek istemiyor. Kadınlar kendine acımıyor! Örtünmenin Allah'ın emri olduğunu bildiği halde örtünmeye yanaşmıyor, örtünmeyi ciddiye almıyor. Örtünenlerin bir kısmı da ne yaptıklarının farkında değiller. Neden ?!

Örtünme, “edep” ve “sakınma”yı da içeren bir kavram olarak sosyal ve manevi hayat açısından ne denli önemli ve gerekli bir unsur olduğunu, etrafımızda yaşananları şöyle bir gözden geçirirsek daha iyi anlayabiliriz.

Şimdi mi hatırlayacaktık?

İki yıl önce bir tanıdığım amansız bir hastalıktan vefat etmişti. Henüz hayatının baharında, 19 yaşında, güzeller güzeli bir genç kız idi. Onu ahirete yolcu etmek için cenaze evindeydik.

Böyle zamanlarda insan öyle izlenimler ediniyor ki, yüreğinin cız etmemesi mümkün değil. Bilirsiniz, örtünenlere uzaydan gelmiş gibi bakan, sadece yaşlıların sıcaktan veya soğuktan muhafaza için örtündüklerini zanneden, köylü kadınların da işten güçten saçına bakım yapacak zamanı olmadığı için başlarını bağladığını düşünen epeyce insan var. Onlara göre örtünmek nedir ki !.. İnsanı bez mi koruyacak, derler, kişi kendini kendi korumalı... O eskidenmiş, derler. Böyle bir zihniyetin hakim olduğu sosyal çevrede dinî hassasiyet sahibi kişiler toplumsal baskıyı o denli yoğun hissederler ki, sonuçta kimileri yaşantılarından taviz vermeye başlarlar. Ama dünya kimseye baki değil. Ecel cana dokununca insan doğruyu yanlışı öyle iyi hatırlıyor, öyle güzel seçebiliyor ki ..

Cenaze evine vardığımda istisnasız herkesin huri melekler gibi örtünmüş olduğunu gördüm. Simalar değişmiş, yürekler değişmişti. Kızın annesine sakinleştirici iğne yapılmış, bir robot gibi monoton bir şekilde sadece “ Allahım !” diye inliyordu. Hastahaneden alınan tabutu evin içine getirdiler. Onu son kez görmek isteyenler çoğunluktaydı. Tabutu evin içine kadar taşıyan dört erkekten ikisi cenazeye mahrem idiler. Başta cenazenin annesi olmak üzere, orada bulunan pek çok kadın bir ağızdan, kararlı ve kesin bir tavırla hemen o yabancı erkeklerin dışarı çıkmasını, onlar çıkmadan cenazenin yüzünün asla açılmamasını söylediler. Şüphesiz bu isteklerinde haklıydılar, bu hassasiyete kim itiraz edebilirdi? Fakat işin çok acı bir tarafı vardı: Bu genç kız hayatta iken ona bu yönde hiçbir telkin yapılmamıştı. Oysa şimdi, öldükten sonra yüzü bile yabancı gözlerden sakınılıyordu! Bu kızcağızın tesettürü ve mahremiyeti, ölünce birdenbire çok önemli oluvermişti!

Hayretler içinde kalmıştım. O dile gelseydi acaba etrafındakilere ne söylerdi? Ben hayattayken bana mahrem olmayanlardan sakınmayı öğretmediniz, beni buna inandırmadınız, ama pişmanlığınızı ben daha toprağıma kavuşmadan gösterdiniz, demez miydi?

Yürek yakan iç hesaplaşma

İnsanoğluna ölümden daha büyük ibret yokmuş gerçekten. İnsan ister istemez böyle ortamlardan etkilenip kendini hesaba çekiyor. Ben de öyle yaptım. O anda hayatımı, ne ile nasıl meşgul olduğumu gözden geçiriyordum. Kutsal sayılan bir mesleğim vardı, lakin çalışma ortamım tesettüre müsaade etmiyordu. Kadının çalışıp para kazanmak zorunda olmadığını otuz beş yaşında öğrenmiştim, geri dönemedim! Maneviyat aynasında kendi suretime baktığımda hiç güzel göremiyordum. Saçımı örtebilmek hariç, diğer bütün yönleriyle tesettüre riayet etme ve kendimi muhafaza etme gayretlerime rağmen hiçbir zaman huzurlu olamamıştım . İşte o cenaze evinde, örtünmeden canımı almaması için Rabbim'e bir kez daha yalvardım.

Aradan iki yıl geçti. Şimdi emekli oldum. Daha doğrusu çok rahat bir iş ortamını ve kariyer yapma imkan ve hevesimi bir yana itip, kalan ömrümü tesettürlü ve vicdanen huzurlu yaşayabilmek için, kısaca örtünmek için emekli oldum. Şimdi huzurlu bir haleti ruhiye içindeyim. Evde canım da sıkılmıyor, emeklilik bunalımına ne zaman düçar olacağım diye bekliyorum. Oysa zaman geçtikçe kendimi daha da iyi hissediyorum. Yine de etraftan öyle tavırlarla karşılaşıyorum ki hayrete düşüyorum. Zihniyet olarak kendime yakın gördüğüm birçok “aklı başında” insanın emekli olduğumu duyunca yüzleri donuklaşıveriyor. Yazık ettiğimi söylüyorlar. “Daha yaşın genç, evde örtünüp oturmakla kime ne faydan olacak ki?” diyorlar. Üzülüyorum. Verdiğim karara değil, inanan insanların bu bakış tarzına üzülüyorum. Kim bilir, benimle aynı durumda olan ne kadar kadın vardır memlekette; inandığını yaşamaktan aciz!

Ama bu kez daha farklı bir bilince sahibim. Yirmi beş yıl öncesine dönüp baktığımda, o devirde, memleketin içinde bulunduğu siyasi kamplaşma ortamında bir gün aniden başımı örtüvermiştim. Artık mücadelemin simgesini başımın üstünde taşıyacaktım! Kalmakta olduğum kız öğrenci yurdunda bana benzer pek çok arkadaş vardı. Başörtülü olmak ayrıcalıktı. Grup içerisinde özellikle erkekler başörtülülere haddinden fazla iltifat ediyorlardı. Bu durum hoşa gidiyordu. O nesil zamanla iki yola ayrıldı. Bir kısmı “derin” etkilerle kolaycacık örtündükleri gibi hemencecik başörtülerini açıverdiler. Bir kısmı ise sonradan işin şuuruna varmışlardı. Sadece okula giderken başlarını örtmekle kalmayıp, namaz da kılıyorlardı. Grup içinde de olsa, daha takvalı davranıyorlardı. Bunlar tahsillerini yarıda bıraktılar. Sonra zamanla bu kararından pişmanlık duyanlar da oldu. Aflardan yararlanıp üniversitelere geri döndüler, okullarını bitirip çalışma hayatına atıldılar. Gerçek mücadeleyi orada verecektik! Nasıl da yanlış yönlendirilmişiz!

Şimdi özeleştiri yaptığımda, kendimizi ikna etmenin, açıkçası kandırmanın dışında hangi mesafeyi almışız, diye soruyorum. Yani bugün için örtünme konusu yirmi beş yıl öncesine göre mesafe aldı mı sizce? Oysa başörtüsü bir mücadele ya da çatışma unsuru haline getirilmeseydi, şimdi belki daha rahat örtünebilecektik. Düşünün bir kez: Başörtülü olduğum için beni okula almıyorlar diye ortalığı ayağa kaldıranlar sonra ne yapıyorlar? Bir çoğu şimdi ne haldeler?

Bazı şeylerin değeri onları kaybedince daha iyi anlaşılır. İtiraf etmeliyim ki, mecbur olmadığımız uygulamalara kendimizi mecbur tutmuşuz.

Huzura götüren yol

Öğrenciliğimin son yıllarında benden dört-beş yaş küçük bir köylü kızı ev arkadaşım olmuştu. İki yıllık bir bölümde okuyacaktı. Öyle temizdi ki... Ama arkadaş çevresi acımasız, kendisi de dirençsizdi. Ona abla rolü oynuyordum. Sırlarımızı paylaşıyorduk. Güzel bir kızdı. Arkadaşları hemen ona bir flört edindirmeye giriştiler. Başörtülü değildi, ancak hanım bir kızdı. Kendisine yakıştırılmaya çalışılan delikanlı ile okulunun kantininde ilk buluşmalarında oğlan onun elini tutmağa teşebbüs etmiş. Kızcağız da tepkili bir şekilde elini çekivermiş. Buna bozulan delikanlı demiş ki: “Kusura bakma ama ot gibi kızsın, seninle çıkamam!” Eve geldiğinde hüngür hüngür ağlıyordu. Boş yere üzülüyorsun, dedim, demek ki onun niyeti başkaymış, aslında sen kendinle iftihar etmelisin. Onun hakaret sandığın sözü sana bir iltifattır. Mahremiyetini koruyabilmişsin. Ne güzel!

Ev arkadaşım okulu bitince memleketine döndü. Efendi bir delikanlı ona talip oldu, örtünmesini de istedi. Evlendiler. Yıllar sonra yolumuz düştü, ziyaretlerine gittik. İki evladı, mutlu bir ailesi vardı. Çalışmıyordu ve hayatından memnundu. Onu mutlu görmek beni de duygulandırdı. O, hayatı için doğru bir karar vermişti.

İnsan inandığı gibi yaşayamayınca vicdanen ızdırap çekiyor. Her ne kadar vebali kurum ya da kişilere yüklese de, aslında çözümün kendi nefsinde düğümlendiğini bal gibi biliyor. Bir metrelik kumaş parçası olarak basite alınan örtü kadının başından uçuverince, hatalar da ardı sıra gelmeye başlıyor. Taviz tavizi getiriyor. Nihayetinde sebebi bilinmeyen bir mutsuzluk benliğini sarıyor. İbadetinden lezzet alamıyor, tövbesinde samimi olamıyor. Allah'ın huzurunda olduğunu unutuyor. Kendim için söylüyorum ..

Şimdi tekrar örtündüm. Ama bir mücadele amacım falan yok. Kendim için... Manevi olarak çok suçluluk yaşadım. Dünya güzeli bebeklerim şu fani dünyada sadece bir gün kadar eğleşip sütümü dahi tatmadan ahirete gittiklerinde, beni cennette bekliyor olacakları tek tesellim idi. Lakin cennete örtüsüz gidebilir miydim? Beni görünce hayal kırıklığına uğramayacaklar mıydı? Rabbim'in rızasına uyamamanın haricinde, bir günlük evlatlarımdan bile utanıyordum. Herkes gibi kaderimde yazılmış olan imtihanlarım oldu. Özlemler, umutla umutsuzluk arasında uzun hastane günleri, ani kayıplar, yanlış teşhisler, başkalarının hazmedilmesi güç ihmallerinin verdiği acılar... Bütün bunlara rağmen tevekkülle yaşayabilmenin tek yolu şüphesiz Yaradan'a sığınmaktı, ben de öyle yaptım. Seccadeye kapanmak, içimi Rabbim'e dökmek şifa kaynağım oldu. Şükürler olsun.

Niyetlerimiz kim ve ne için?

Madem ki Rabbim bu kadar lütufkâr, o zaman onun istediği şekilde yaşamak ne küçük bir karşılık değil mi? Tekrar örtünmek, ancak bu kez başkaları ya da mücadele için değil, yalnızca Rabbim'in rızası için... Ne güzel!

Çevremdeki bazı kişilerin benden uzaklaşabileceklerini, beni görmezden gelmeye çalışacaklarını biliyorum. Bunları yıllar önce de yaşamıştım. Bir takım sosyal sıkıntılarımız olacak elbet. Ama örtünmenin vereceği huzur bunların hepsine bedel. Çünkü ben ikisini de yaşayarak -maalesef- tecrübe ettim.

Bazen yanlışlar da yapıyoruz. Bize ön yargılı davranıldığı varsayımına kendimizi kaptırıp, biz de çevremize karşı önyargılı olabiliyoruz. Çocuğumuz okulda başarısız olsa, öğretmeninin bize gıcıklığından dolayı iyi eğitmediğini zannediyoruz. Hastanede sıra kavgası, olur olmaz yerlerde erkeklerle ağız dalaşı yapıyoruz. Bize hiç yakışmıyor. Tesettür sadece başımızı örtmek değil ki !.. Bu mücadele şartlanmasını bir tarafa bırakmalı, ilâhi emrin özüne uygun davranma yönünde kendimizi biraz daha disiplin altına almalıyız.

Örtünmenin sadece şekli bir emir olmadığı, bunun yanı sıra takva diye adlandırılan çekinme ve manevi korunmayı da içinde barındırdığı anlaşılmalı ve anlatılmalıdır. Özellikle gelenekler işin içine katıldığında yanlışlarımız daha da artıyor. Bazen kendimizi unutuveriyoruz.

Geçenlerde hevesle Hacı Bayram Camii'nin civarındaki dükkanlara başörtü almaya gitmiştim. Benden biraz daha yaşlıca bir hanım da otuz yaşlarında oğluyla beraber dükkana girdi. Belli ki oğlunun misafiriydi ve onu gezdiriyordu. Tezgahtâr benim de evladım yaşındaydı ama delikanlıydı. Birkaç başörtüye baktık. Kadınız ya! Rengi-deseni yakışacak mı, karar vermeliyiz. Örtünsek de yaşlansak da güzel görünme hevesindeyiz. Oysa tesettürün özü güzellikleri gizleme esasına dayalı değil mi? Her neyse .. O mu güzel, bu mu, derken diğer hanım karar veremeyince hemen eliyle başındaki örtüyü sıyırıverip yenisini denemek için aynanın karşısına geçti! Aklaşmış, tarumar saçları ortaya dökülmüştü. Şaşırmıştım. Oğlu belli ki daha bilinçliydi, anasını kırmadan: “Anam, senin el emeği oyalı örtün daha güzel.” diyerek hemen annesinin başını tekrar örtüverdi ve onu dükkandan dışarıya çıkardı. Sağ olasın oğul! Rabbim böyle evlatların sayısını arttırsın. Kızlarımız onlara emanet edilsin...

Örtü mü, başörtüsü mü?

Örtünme konusunda bir yazı yazmaya niyet ettiğimde, başlık olarak “Başörtüm ve Ben” yazmayı düşünmüştüm. Sonra bundan vazgeçtim Çünkü tesettür sadece başı örtmekle sağlanmış olmuyordu. Üzülüyorum ki, tesettür konusu epey değişime uğratıldı. Bu konuda da işin özüne tekrar dikkat çekmek gerekir. Herkesin ortalıkta manken gibi arz-ı endam ettiği bu devirde, inançlı genç kızlar da etkilenip işin özünü göz ardı ediyorlar. Tesettür sadece başörtüsü takmakla olmuyor ki... Vücut hatlarının gizlenmesi, çekici olmaktan kaçınma, hal ve tavır olarak ölçülü ve seviyeli olmayı da gerektiriyor. Örneğin başörtü taktığınızda kısa kollu bir giysi ile ya da hatlarınızı belirginleştiren bluz, pantolon ile dışarı çıkarsanız örtünmüş sayılmazsınız. Bile bile hata yapmamak gerekir.

Açılıp saçılanların ise hiç de imrenilecek bir hayatları olmadığını herkes görebilmekte. Kullanılan, sömürülen, kağıt mendil gibi çöpe atılıverenler bu güzel kadınlar değil mi? Bunun adına “özgürlük” diyorlarsa “esaret” daha iyidir! Sadece kadının güzelliği üzerine kurulu ilişkilerin nihayetinde hüsranla sonuçlanması da sık rastlanılan bir durumdur.

Kalabalıktan çıkıp yerimizi bulmamız gerekiyor. Meydanlara akın ederken terk ettiğimiz kalelerimize dönmek zor geliyor. Meydan ortasında öylece kalakalmamak için de taviz üstüne taviz veriyoruz. Günümüz müslüman toplumları, fetihlere çıkayım derken kuşatılmış, esir alınıp dönüştürülmüş insanlarla dolu. Bunun büyük bir oyun olduğunun farkında değil miyiz?

Artık alemler genişliğinde örtümüze sığınıp, yalnız Allah'a yönelme zamanı. Bırakalım şeytanlar birbirlerini kışkırtsınlar.

İşte “örtüm ve ben” bu duygu ve düşünceleri yaşıyoruz. Peki ya siz?...



Kaynak: Semerkand dergisi, 02/2005
Mesaj30.10.2010, 18:02 (UTC)    
Mesaj konusu:

GENÇLERE KURULMUŞ VAHŞET TUZAĞI: SATANİZM

Son yıllarda ülkemizde, özellikle de bazı gençlerimiz arasında, dinimize, manevi değerlerimize ve geleneklerimize aykırı bir takım inançların ve akımların yayıldığı görülmektedir. Bu durum bir yandan gençlerimizi sonu intihara kadar varan çeşitli bunalımlara; diğer yandan da toplumumuzu derin karmaşaya sürüklemektedir. Bu akımlardan birisi ve belki de en tehlikelisi Satanizm'dir.



Kelime olarak Şeytan'a inanma, tanrı diye tapınma anlamına gelen “Satanizm”, yani Türkçesi “Şeytancılık”, bir modern protesto hareketi olarak Hıristiyanlığın ve bütün dinlerin ortaya koyduğu kutsal değerlere karşı bir başkaldırıyı temsil etmektedir.



Aslında Satanizm'in günahı öncelikle Hıristiyanlığa aittir. Çünkü Hıristiyanlıkta teslis, asli suç, çarmıh gibi akıl ve mantığın zorlanacağı birçok hususlar bulunmaktadır. Bu anlamda Satanizm, özel olarak Hıristiyanlığa, genel olarak da bütün dinlere karşı bir “alternatif din” arayışlarından birisidir.



Satanizmin tarihçesi



Satanizm 1960'ta, Amerika'nın Kaliforniya eyaletinde Anton Szandor LaVey tarafından kuruldu. LaVey 1966 yılında “Şeytan Kilisesi”ni kurdu ve “Satanik İncil”i yazdı. Ancak Satanizm'in temelleri 1900'lerin başında “Büyük Canavar” lakaplı Aleister Crowley tarafından atılmıştı. Crowley'nin felsefesinin temelini, “Ne istiyorsan onu yap” düsturu oluşturuyordu. Buna göre insan, hiçbir kural tanımaksızın, içinden ne geliyorsa onu yapmalı; örneğin birine kızmak ve hatta onu öldürmek istiyorsa onu hemen yapmalıydı. Ancak bu tür fikir ve eylemin toplumda büyük bir karmaşaya yol açacağı şüphesizdir. Çünkü kötülük, sonuçta kişinin kendisine de zarar veren bir eylemdir.



Satanizm Türkiye'ye 1980 yılında Amerikalı bir ressam tarafından getirildi. Türkiye'de önceleri İnternet kanalıyla tanınan Satanizm, sonraları bazı Satanist black metal ve heavy metal grupları ve masum arkadaşlık ilişkileri aracılığıyla gençler arasında yayıldı. Satanist olaylar ülkemizde 1998 yılında iki Alman Lisesi öğrencisinin Ataköy'deki intiharları ile ilk defa adını duyurdu ve günlerce tartışıldı. Batıda işçi ailelerinin çocukları arasında ortaya çıkan bir akımın ülkemizde nasıl olup da varlıklı kesimin çocukları arasında yayıldığı, hâlâ tahlile muhtaç bir konudur.



Tanrısız ve maddeci bir din



Satanistler, materyalist (maddeci) ve ateisttirler (bir tanrıya inanmazlar), her türlü dinî değerlerle mücadele ederler. Bu açıdan Satanizm, dinin toplum hayatından çıkartılmaya çalışılmasının ne kadar büyük bir tehlike olduğunu ve böyle bir girişimin toplumları ne büyük felaketlerin içine ittiğini bir kere daha göstermesi açısından ibret vericidir. Dinin olmadığı yerde her türlü sapkınlığın ve vahşetin yaşanacağı, Allah korkusunu bilmeyen insanların kan dökmekten zevk alan birer canavara dahi dönüşebileceği, Satanizm örneğinde en çarpıcı şekilde görülmektedir.



Satanistler arasındaki görüş ve uygulamalarda bir takım farklılıklar söz konusudur. Mesela bazı satanistler dünyayı yaratanın Şeytan olduğunu ve onun isteklerini yerine getirmek gerektiğini söylerken, diğer bazıları Şeytan'ı simge olarak görür, kendi arzu ve isteklerini tanrılaştırırlar. Sonuçta değişen bir şey yoktur. Her iki yol da felakete götürmektedir.



Satanist toplum yapısı



Satanistler, insanların hayvanca yaşadığı bir dünya kurma özlemi içindedirler. Kısaca Şeytan Kilisesi şunu savunmaktadır: “Fakirlere, açlara, zayıflara yardım etmeyin, bırakın ölsünler. Bu, doğanın kuralıdır. Böylece nüfus azalır ve güçlüler daha fazla imkan elde ederler.” Satanist ideolojinin bu delice anlayışı ile kurulacak olan toplum düzeni, vahşi bir orman hayatından farksız olacaktır. Bunun yanı sıra, ahlâkî değerlerin düşman olarak görüldüğü satanist bir ortamda her türlü ahlâksızlık meşrulaşacak, hatta soygunlar, cinayetler teşvik görecektir.



Satanist ahlâk ya da ahlâksızlık



Satanistler sevgiye, şefkate, doğruluğa, dürüstlüğe dayanan; yalan söylemeyi, hırsızlığı, öldürmeyi, insanlara zarar vermeyi yasaklayan ahlâka tamamen karşıdırlar. İlâhi kaynaklı dinlerdeki tüm günahları işlemeyi sözde bir yücelik, bir tür üstünlük olarak görür, bu nedenle de taraftarlarını bu günahları işlemeye teşvik eder.



Satanistler 13 sayısının kutsallığına inanırlar. Bu da Hıristiyanlığa karşı reaksiyonun ifadesidir. Çünkü Hıristiyanlıkta 13'üncü kişi, Hz. İsa'yı ele veren Yahuda İskariyot'tur. Yine 666 sayısına özel bir önem vermekte ve bunun kutsal kitaplarda geçen Şeytan ile ilgili ayet sayısına denk düştüğünü söylemektedirler. Kedinin dünyada Şeytan'a en yakın hayvan olduğuna inanırlar. Ayinlerinde kedi kurban ederek, ruhlarının Şeytan'la birleştiğine inanırlar.



Sürekli Şeytan'a kulak veren ve Şeytan'ın ahlâkını yaşayan satanistler, cehennem hayatını da bir tür ideal model olarak değerlendirmektedirler. Bu nedenle satanistlerin yaşadıkları yerler karanlık ve izbedir. Estetik anlayışları cehennemin vahşetini ve dehşetini andıracak şekilde, kan ve şiddetin görüntüsü üzerine kuruludur. Özlemini duydukları toplum yapısı da, bu ahlâkın bir gereği olarak, cehennem halkının yaşayacağı bir yapıdır.



Satanistler cehennemi istediklerini söylerler. Bunun sebebi, cehennemin nasıl bir yer olduğunu bilmiyor olmalarıdır. Oysa Cenab-ı Allah, Kuran'da bize cehennemin nasıl korkunç ve dehşet verici bir yer olduğunu detayları ile bildirmiştir:



“(Ateş) onları uzak bir yerden gördüğünde, onlar bunun gazaplı öfkesini ve uğultusunu işitirler. Elleri boyunlarına bağlı olarak, sıkışık bir yerine atıldıkları zaman, orada yok oluşu isteyip çağırırlar. Bugün bir yok oluşu çağırmayın, birçok (kere) yok oluşu isteyip çağırın. (Furkan, 12-14)



“Ateşin üstünde durdurulduklarında onları bir görsen! Derler ki: Keşke (dünyaya bir daha) geri çevrilseydik de Rabbimiz'in ayetlerini yalanlamasaydık ve inananlardan olsaydık.” (En'am, 27)



Niçin satanist oluyorlar?



Satanizmin en önemli sebebi, materyalist, ateist, ahlâk kurallarını tanımaz eğitim ve buna bağlı düşünce yapısıdır. Satanizme aldanan bir diğer kesim ise, genellikle problemli, cahil ve iyi eğitim almamış kimselerdir. Bunlar bunalım içinde ne yapacaklarını bilmeden Satanizm tuzağına düşüyorlar. Ancak daha büyük bir bunalıma sürüklenerek her iki dünyalarını da mahvediyorlar.



Satanizm, derin bir manevi boşluğun sonuçlarından biridir. Satanistler, evrenin yaratılış amacını, kendilerinin niçin dünyaya geldiklerini anlamayan, başıboş bir hayat sürdüklerini sanan kimselerdir. Oysa Allah insanları kendisine kulluk için, dünyayı da imtihan için yaratmış ve sonunda herkesin kendi huzurunda hesaba çekileceğini bildirmiştir.



Daha önce satanist olan bir genç, yakın bir arkadaşının davranışlarını şöyle anlatıyor:



“Sürekli Pentagram'ı dinleyen bir arkadaşımız, gizli güçlerle bağlantısı olduğunu iddia ederdi. Evine gittiğimizde bazen aklını kaçırmış gibi hareketlerde bulunurdu. Kur'an yapraklarının üstüne oldukça sapık eylemlerde bulunduğuna bizzat şahit oldum. Hepimiz tam bir din düşmanıydık, özellikle İslâmiyet'in. Kur'an-ı Kerim yapraklarına, cami duvarlarına ve cami bahçesindeki musalla taşlarına akla gelmedik sapıkça eylemlerde bulunur ve kendimizi tatmin ederdik. Böyle yaparak Şeytan'a hizmet edeceğimiz şeklinde beynimiz yıkanmıştı. ‘Eminim Şeytan bizi seyrederken kıskanıyordur' diye onunla alay ederdik.”



Bu tür davranışların gerisinde her şeyden önce manevi eğitim eksikliği görülmektedir. Eğer gençlerimize, insanı şerefli bir varlık olarak yaratan ve bütün canlılardan üstün kılan Yüce Allah hakkında doğru ve sağlıklı bilgiler verilmiş olsaydı, o gençler Allah'a kızılmayacağını, O'nun -hâşâ- protesto edilemeyeceğini öğrenmiş olur ve Şeytan'ın yanında yer almazlardı. Aynı şekilde, eğer bu gençlere, insanın boş yere yaratılmadığı, hayatın ve yaratılışın bir gayesinin bulunduğu, insanın en kıymetli varlığı olan canına kendisinin dahi kıyma hakkının bulunmadığı ve bu dünyanın ötesinde ebedi mükafat veya ebedi cezayı gerektiren bir ahiret hayatının bulunduğu öğretilseydi, bu dünyada daha fazla yaşamanın bir anlamının olmadığı gerekçesiyle intiharı göze almazlardı.



Neden intihar ediyorlar?



Satanistlere göre Şeytan uğruna ölmek veya gerektiğinde ölümü göze almak en kutsal ölümlerden birisidir. Nasıl ki dinlerde Allah yolunda ve mukaddesler uğruna şehit olmak çok yüce bir ölüm sayılıyorsa, aynı şekilde Satanistlere göre Şeytan uğruna ölmek de o derecede önemlidir. Aynı zamanda Şeytan uğruna intihar etmek, ona olan bağlılık ve sadakatin de bir göstergesidir. Dolayısıyla Şeytan uğruna ölen genç, bu uğurdaki samimiyetini göstermiş ve kendisini de ispatlamış demektir.



Bu gençlerin intihara teşebbüslerinin temel sebeplerinden birisi de, manevi değerlere dayalı eğitimden uzak, sorumluluklardan kopuk ve tatminsiz yetiştirilmiş olmalarıdır.



Satanizm tuzağının yemleri



Satanizm'in yayılmasında bilgisayar ve internet, bazı kitap, dergi, broşür, kaset, CD gibi teknik araçların dışında, kadın, alkol, uyuşturucu maddeler, arkadaş grupları, eğlence partileri ve belli ölçüde para da kullanılmaktadır.



Günümüzde bazı gençler Satanizm'in tuzağına düşürülürken, doğrudan doğruya “biz Satanistiz, gel sen de Satanist ol” denilmiyor. Aksine: “Biz bir grup arkadaşız. Zaman zaman bir araya gelip eğleniyoruz. Eğlencemizde müzik de var.” veya “Gel, sana enstrüman çalmayı öğretelim.” tarzında sözlerle gençlerin bu tür toplantılara katılması sağlanıyor. Bu arada genç kızlar devreye sokularak bu tür toplantılar daha da cazip hale getiriliyor.



Bilindiği kadarıyla ülkemizde gençleri Satanizm tuzağına düşürmede kullanılan en etkili yöntem budur. Çünkü, LaVey'in genç kızlara hitaben söylediği bir sözüne göre: “Satanist olmak demek, isteyen her erkekle ilişki kurmayı göze almak demektir.”



Öyle inanıyoruz ki, Satanizme sempati duyan bir genç kız, sadece Satanizm'in genç kızlardan istediklerini bilse, asla Satanist olmak istemez. Bugüne kadar ülkemizde Satanizm uğrunda intihar eden veya öldürülen gençlerin büyük çoğunluğunun neden genç kızlar olduğu, üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur.



İşte, gençlerin bu tür toplantılara katılması sağlandıktan ve aradan belirli bir süre de geçtikten sonra gerçek kimliklerini açıklıyor ve “Biz Satanistiz, artık sen de Satanist oldun” diyorlar. Bazı gençler işin farkına vardıklarında ve gruptan ayrılmak istediklerinde ise: “Şimdiye kadar aramızda kaldın, bazı şeylerden de yararlandın. Şimdi ise ayrılmak istiyorsun. Bu, bize ve inancımıza ihanettir!” diyerek, gerçek yüzlerini gösteriyorlar.



LaVey, “Satanizm herkese göre değildir. İsteyen Satanist olur, istemeyen olmaz. Fakat bir defa Satanist olduktan sonra artık Satanizm'den çıkmak mümkün değildir.” şeklindeki tehditvari sözleriyle, aslında Satanizm'in çıkmaz bir yol olduğunu, elini kaptıranın kolunu kolay kolay kurtaramayacağını açıkça ifade etmiştir.



Satanizmle mücadele yöntemleri



Satanizme karşı yürütülecek mücadelenin temelini, Satanizm'in savunduğu fikrin mantıksızlıklarının, sapkınlıklarının, yanılgılarının deşifre edilmesi oluşturmalıdır.



En az bunun kadar, hatta daha önemli ve öncelikli olmak üzere, günümüzde insanların kolayca içine düştüğü manevi boşluğun giderilmesi şarttır. Hayattaki varlık amacını bilen, manen bilinçli bir insan hiçbir sapkın akımın etkisi altında kalmaz. Bunun için, başta gençler olmak üzere insanlara Allah'ın varlığının ve birliğinin anlatılması, O'nun rahmeti engin bir Rab olduğu, herkesin her yaptığından sorumlu olduğunun öğretilmesi ve ahiret hayatıyla ilgili hakikatlerin anlatılması gerekir.



Tüm bunlar yapılırken gazete, dergi ve televizyon gibi kitle iletişim araçlarının bu çalışmalara destek vermeleri ve eğitim sisteminin de bu yönde düzenlenmesi son derece önemlidir.



Bunun yanında anne -babaların da yapacağı önemli görevler vardır. Psikologlar, 11-22 yaş arasındaki gençler için ebeveynlerinin neler yapmaları gerektiğini şöyle açıklıyorlar:



Çocuklarınızın arkadaşlarını iyi tanıyın. Çocuklarınıza yakın olun. Her türlü duygu ve düşüncelerini size söyleyecek iletişimi kurun. Çocuklarınız kendi odalarını kale haline getirmesinler. Çocuklarınıza hemen sert çıkmayın, anlamaya çalışın. Çocuklarınıza anlayış gösterin. Satanist olduğu şüpheniz varsa, mutlaka uzman desteği alın.



Bugün gençlerin çoğu, evlerinde bulamadıkları huzuru, ilgi ve sevgiyi aile dışında ve çoğunlukla da arkadaş grupları arasında aramaktadırlar. Diğer taraftan çocuklarının her isteğini yerine getiren, onlara sınırsız maddi imkan sunan, tamamen kendi hallerine bırakan anne-babalar da onlara iyilik yapmış olmuyorlar. Yerine göre bazı konularda “hayır” demesini bilmeli, belirli konularda bazı yasaklar getirmeli, hatta bazen yoksulluğu da tattırmalılar.



Öyle görünüyor ki, bazı gençler hayatta her istediklerini elde etmiş, her şeyi denemiş; bir denemedikleri Satanizm kalmış, onu da denemek istiyorlar gibi bir tavır sergiliyorlar. Zira çocukları Satanizm'in tuzağına düşmüş bazı aileler, çocuklarına her türlü maddi imkanı verdiklerinden söz ediyorlar, fakat veremediklerinden hiç bahsetmiyorlar. Daha açık söylemek gerekirse, hiçbir şeylerini esirgemedikleri çocuklarına mesela bir din eğitimini çok görüyorlar. Oysa Satanizm olgusunun arkasındaki gerçek sebep dinî eğitim eksikliğinde yatmaktadır.



Bu konu ile ilgili olarak yapılan araştırmalara göre, Satanizm'e meyleden veya bu uğurda intihar eden gençlerin genellikle dinî inançlarının çok zayıf olduğu veya hiç olmadığı; hiçbir dinî eğitim almadıkları tespit edilmiştir. Üzülerek ifade edelim ki, bugün okullarımızda verilen eğitim gençlerdeki manevi boşluğu dolduramadığı gibi, böyle bir amaç da güdülmemektedir.



Kaynak: Semerkand dergisi, 06-2004
Mesaj30.10.2010, 18:03 (UTC)    
Mesaj konusu:

AILEDE VERILECEK DIN EGITIMINDE IZLENMESI GEREKEN PRENSIPLER

1. Ilk Dini Bilgiler Ailede Verilmeye Baslanmalidir.

Ailenin hem psikolojik, hem de pedagojik, hem de sosyolojik öneminin yaninda, çocuga dini formasyon kazandirilmasinda da en önemli faktör oldugu bilinmektedir. Ailenin çocuk egitiminde bu denli önemli olusu, gerek Kur’an ayetleri, gerekse Hz. Peygamber’in (s) hadislerinde de vurgulanmistir. Islam egitimcileri ise bu iki kaynak dogrultusunda, ailenin, çocuklarin dini egitimlerinden öncelikle sorumlu olduklarini ifade etmislerdir. Batili psikolog ve pedagoglarin da egitimde ailenin önemine özellikle dikkat çektiklerine sahit olunmaktadir. Bütün bunlardan hareketle, ailenin, çocuklarin din egitimi ve ögretiminde en önemli unsur oldugunu ifade etmemiz mümkündür.

1990-1992 yillarinda gerçeklestirdigimiz bir arastirma esnasinda, anketimizi cevaplayan ögretmenlerin % 99’unun, din egitimi-ögretimine ailede baslanmasi gerektigini ifade etmeleri de anlamlidir. Bu bilgiler gözönüne alinarak denilebilir ki, aile, ilk yillarda çocugun bakimi, korunmasi ve kollanmasindan sorumlu oldugu gibi, ona saglam ve tutarli bir dini formasyon kazandirilmasindan da sorumludur.

Ailenin bu sorumlulugu, öncelikle ailenin olusumunu saglayan anne babayi ilgilendirmektedir. Gerçekte çocugun egitim-ögretiminden sorumlu olan anne babanin, din egitimi-ögretimi faaliyetini yürütürken de birlikte hareket etmeleri, bu isi yekdigerinin üstüne atmamalari gerekmektedir. Ögretmenlerin %73 ; ögrencilerin ise %63,9 düzeyiyle, bu görevi, "anne babanin birlikte yürütmeleri gerektigi”ni ifade etmeleri ne kadar yerindeyse, arastirmalarimizin bir diger bulgusunda, bu birlikteligin %24,8 oraniyla sinirli kalmasi da o derece düsündürücüdür. Ögrencilerin, ailelerince gerçeklestirilen din egitimi-ögretiminden %41,8 düzeyinde olumsuz yönde etkilenmelerinde, anne babanin bu egitimi birlikte ve sistemli bir sekilde yerine getirmemelerinin rol oynadigi inancindayiz. Bu itibarla, ilk çocukluk yillarinda ailede gerçeklestirilen din egitimi-ögretiminde en ideal olan tarzin, bizzat anne babanin birlikte yürüttükleri egitim-ögretim faaliyeti oldugu söylenebilir. Öte yandan, pedagog Rousseau’nun bu konudaki görüsü de söylenenleri desteklemektedir. Rousseau’nun ”... Hakiki sütnine ana oldugu gibi, hakiki mürebbi de babadir. Ana ile baba sistemleri hususunda birbiriyle anlassinlar. Çocuk birinin elinden ötekinin eline geçsin. Makul ve mahdut zihinli bir baba tarafindan terbye edilmek, dünyanin en mahir hocasi tarafindan yetistirimekten daha iyidir” seklindeki görüsleri, ”çocugun kisiliginin olusmasi ve güçlenmesi için tutarli bir aile ortaminda yetismesi gerektigi”ni ifade eden psikologlara, ilham kaynagi olmustur.

Çocukluk çaginin ilk yillarinda anne baba tarafindan yerine getirilmesi gereken bu faaliyetin hangi yaslardan itibaren baslamasi konusunda kesin bir sinir yoktur. Ancak Hz. Peygamber’in, konusmaya baslayan çocuklara birtakim dini nitelikli cümleler ve ayetler ezberlettigine dair rivayetler gözönüne alindiginda, çocugun dil gelisimiyle birlikte, konusmaya basladigi çagdan itibaren dini egitiinin de baslayabilecegi sonucuna ulasilabilir. Bu baglamda, Hz. Peygamber’in fitratla ilgili hadislerinden birinde ”...Çocugun bu (fitrat) hali konusma çagina kadar devam eder. Sonra, artik ebeveyni onu yahudi, hristiyan veya mecusilestirir” ifadesini hatirlamamiz, dil gelisimiyle birlikte din egitiminin de baslatilmasinin önemini ortaya koyacaktir. Nitekim gerek ögretmenler ve gerekse ögrencilerin de üzerinde birlestikleri 3-4 yaslari hem Hz. Peygamber’in sünnetine, hem de pedagojik realiteye uygundur. O halde, bu yaslardan itibaren ölçülü, düzeli ve kararli bir sekilde din egitimine baslanabilecegini, bunun ayni zamanda çocuk için oldukça grekli bir konu oldugunu, anne babalarin ise ihmal etmemeleri gereken bir görev oldugunu söyleyebiliriz.

Kaynak: Ailede & Okulda Ideal Din Egitimi
Mesaj30.10.2010, 18:04 (UTC)    
Mesaj konusu:

Namaz Bilinci ve Geleceğin İnşâsı

Namaz gönül dünyamızı imar eder, Rabbimiz ile olan irtibâtımızı kuvvetlendirir, bizi diri tutar, O’na yaklaştırır. Bir taraftan da dünya tasavvurumuzu, dünyaya bakışımızı namazla eyleme dökeriz. Namaz, kimliğimizin kodlarını ortaya koyar. Her nereye gitsek, her nerede olsak namaz bir parçadır bizden. Müminler olarak kopamayız namazdan, kopmak istemeyiz. Ne zaman ki ondan uzaklaştık, o zaman biz biz olmaktan çıkmışız demektir. Namaz, bütün benliğimizi kuşatan bir bilinç hâli, başkalarıyla aramızdaki alâmeti fârikadır.



İslâm’ın şekillendirmediği bir ortamda, Müslüman’ca yaşamanın mücadelesini vermiş olan Ali İzzet Begoviç: Namaz, İslâmî dünya görüşünün bir ifadesi olduğu kadar, İslâm’ın dünyayı nasıl düzenlemek istediğini de göstermektedir, demekle bu hakikatin altını çizer. (Doğu ve Batı Arasında İslâm, s. 229)



Sezai Karakoç da, Namaz, günde beş kere kapımızı çalan güneştir, diyor. (Kıyamet Aşısı, s.16 ) Günde beş kez, biz o ışığa açıyoruz gönül alemimizi, zihnimizin bütün hücrelerini. O güneşle evimizi, neslimizi, dış dünyamızı aydınlatıyoruz. Ve gönlümüzdeki, gözümüzdeki o aydınlıkla bakıyoruz hayata. O ışık, rehberlik ediyor bize. İnsanlara karşı davranışlarımızda, onlarla olan münasebetlerimizde, o nûr mürşidimiz oluyor.



Peygamber Efendimiz (s.a.) evimizin yanıbaşından akan bir çağlayana benzetiyor namazı. Soruyor, Günde beş kez bu çağlayanda yıkanan kimsede günah namına bir şey kalır mı? diye. (Buharî, Mevâkît, 6) Kalmaz elbet. Her dem arınan bir insanda nasıl kir, pas kalır? O insan nasıl zâlim olur, o insan nasıl cana kıyar, o insan nasıl yoldan çıkar, fuhşiyâta dalar. Sînesi sâftır onun. Fıtratıyla âhenkli; Rabbi, kendisi ve insanlarla barışıktır. Zor durumunda da, başına bir hâl geldiği zaman da tesellisidir namaz. Varıp huzur bulacağı şefkat kucağıdır. Bundandır, bütün Peygamberlerin (a.s.) felâket ve musîbet anlarında namaza yönelmeleri. Ömrü boyunca pek çok sıkıntılara duçâr olmuş Efendimiz (s.a.)in, “Kalk Bilal, bizi namaza davet etmekle rahatlat!” (İbn Hanbel, Müsned, V, 364,371) buyurması bunun içindir. Çile şâiri Necip Fazıl da,



Namaz sancıma ilaç yanık yerime merhem

Onsuz ebedi hayat benim olsa istemem

beytiyle namazın teselli ve huzur veçhesini ifade etmiştir.



Namazı bu manada benimsemiş, özümsemiş olan Müslüman’ın artık en büyük sorumluluğu aile efrâdına, çocuklarına, namazı talim ettirmesidir. Geride namazsız bir nesil bırakmamanın kaygısını duymaktır. Bunun için çabalamak, çare aramaktır. Efendimiz (s.a.)’e hitaben, “Yakınlarına, namazı emret, sen de bunda devamlı, sebatlı ol!” (Tâhâ, 20/132) buyrulmuştur. Bu mesuliyet, Peygamberimizin şahsında hepimize, bütün ümmete yüklenmiştir. Namazda sebatkar olmak ve namazı haline getirmiş bir nesil bırakmak. Bu kaygıyla olsa gerek Büyük Peygamber İbrahim (a.s.) bir duasında : “Ey Rabbim, beni ve soyumdan gelen insanları namazda devamlı ve duyarlı kıl!” (İbrahim 14/40) diye yakarmıştı.



Meryem Sûresinde Meryem (a.s.)’dan bahsedildikten sonra “Bu kitapta İbrahim’i de an, Musâ’yı da an…” diye bir dizi peygamberden söz edilir. Söz İsmail (a.s.)’a geldiğinde ondan: “Ve o yakınlarına namazı ve zekatı emrederdi, Rabbinin katında da hoşnutluk kazanmıştı” (Meryem, 19/55) diye bahsedilir. Bu, İbrahim (a.s.) duasının kabul edildiğini ve silsile halinde bu bilincin gelecek kuşaklara taşındığını gösteriyor. Allah’ın kendilerini nimete mazhar kıldığı, Adem’in, Nuh’un , İbrahim’in ve İsrâil’in ve diğer peygamberlerin ardı sıra gelenler bu geleneği devam ettiriyorlar. (Meryem, 19/5Cool Ama gün geliyor bu zincir kopuyor. “Onların ardından, namazı boş veren, şehvetlerinin, dünyevi tutkularının peşine düşen bir kuşak geldi. İşte bunlar azgınlıklarının cezasını çekecekler.” (Meryem, 19/5Cool Namazsız bir nesil elbette istek ve arzularının peşine düşer. Dünyaya dalar. Dünya görüşü, hayata bakışı değişir. Zira namazdı onları, hayasızlıktan, edepsizlikten, çirkin fiillerden, insan haysiyetine yakışmayan tavır ve davranışlardan alıkoyan. (Ankebût, 29/45)



Bu bilinç tekrar Hz. Muhammed (s.a.) Efendimizle kâim olmuştur. O, namazla tekrar hayata mânâ katmış, bu silsileyi yeniden başlatmıştır. O, namazı gözünün, gönlünün nûru bilmiş; “en güzel nesli” namazla terbiye etmiştir. Ve o bilinç sonraki nesillerde hep devam edegelmiştir.



Namazsız bir neslin meydana gelmesi belirli bir süreçte gerçekleşir. Önceki kuşakların namaza ve namaz talimine karşı lakayt kalmaları sonucunda ortaya çıkan bir vakıadır bu. Bu da, Müslüman’ca hayata bakışın bitmekte olduğunun işaretidir. Müslüman kimliğinin yok olmaya doğru yol almasıdır. O halde zincirin koptuğu nokta, içinde bulunduğumuz kuşak olmamalıdır. Omuzlarımıza böyle bir vebal yüklenmemelidir.



Namaz bilincinin aşılanmasında en büyük görev anne babaya aittir. Bu eğitim daha anne karnında başlıyor. Annenin namaza olan hassasiyeti, bebeğiyle beraber Rabbine yönelişi, çocuk için ilk aşı oluyor. Bebeğin dünyaya gelmesiyle kulağına okunan ezan ve kamet, ona bu bilinci aşılamaya yöneliktir. Hiç tanımadığı bu dünyayla tanışmasında ona ilk telkin edilen namaz oluyor. Ancak namazla Yaratıcının istediğine uygun bir hayat yaşayacağı çağrısı yapılıyor. Yani ona dünyaya nasıl bakacağı ve hayatı nasıl anlamlandıracağı anlatılıyor.



Gözleri görmeye, kulağı duymaya başlayınca, ayakları yavaş yavaş basınca yere, anne babasının –ona göre- garip hareketlerini görüyor. Gözlerini uykudan açınca, babasının namazını görüyor, ya da namazda olan annesinin çağrısına cevap vermediğini öğreniyor. Anne babanın örnekliği, çocuğun her gün aynı tabloyu sürekli görmesi, zihnine kazıyor namazı. Zaten zihni ve kalbi bembeyaz bir kanaviçe. Anne babanın her güzel davranışı bir nakış oluyor onda.



Bir arkadaşımın üç yaşındaki oğlu, ezan okunmaya başlayınca, sevinçle ileri geri koşup “Baba namaz, baba namaz!” diyor. Çünkü daha önce babasının ezanla birlikte camiye gittiğini gördü hep… Aile danışmanı Münir Arıkan da çocukları namaza alıştırmak için şöyle bir metod takip etmiş: Evlendiğimizde eşime çok güzel bir seccade aldım. Bunu sekiz yıldır kendim seriyorum. Eşime bir gün bile, hadi namaz demedim. Bir çocuğumuz oldu, bu sefer küçük bir seccade aldım. Şu an beş seccademiz var. Ben bunları gece gündüz seriyorum. Şimdi dokuz aylık çocuğumuz geliyor, kafasını oraya koyuyor, kendi kendine mırıldanıyor, gidiyor; orada kendine ait bir yeri var. Hepsi oraya geliyorlar, yerleri var. (Altınoluk, Eylül 2003, s.12)



Yedi yaşına gelince, Peygamber Efendimizin tavsiyesine uyarak (Ebû Davud, Salât, 26) daha küçük demeden çocuğa namaz öğretilmeli, teşvik edilmeli. Sevdirilmeli, özendirilmeli. Oturup baş başa, karşılıklı konuşmalı, enine boyuna namazı anlatmalı. Üzerine basa basa, mükafatı, sevabı, manevi fâideleri... Biraz da korkutmalı, kılınmadığı takdirde bunun neye mal olacağı, ahiretteki cezası… Bir taraftan mükafatlandırılmalı. Sürekli bir beklentiye dönüştürülmeden; ödüllendirilmeli, takdir edilmeli…



Hikayeci Ömer Seyfettin, “İlk Namaz” adlı hikayesinde, annesinin onu sabah namazına ne kadar tatlı ve sevdirici bir yaklaşımla kaldırdığını çok güzel anlatır. Bu kısa hikayede ideal bir namaz eğitiminin ipuçları vardır…



Çocukken benim de yaşadığım bir hatıram var. Yeni yeni camiye gitmeye başladığımız günlerin birinde, yaşlı bir amca bana kibar, zarif bir tesbih hediye etti. Ne kadar sevindim. Adeta göklere uçtum. Ve yıllarca taşıdım o tesbihi yanımda… Bunun kötü örnekleri de var. Şefkat ve merhamet âbidesi olması gereken aksakallı ihtiyarlar, küçüklerin masum ve çocuksu davranışlarına nasıl öfkeyle mukabele ediyor, nasıl onları azarlıyor, camiden kovuyorlar. Üzülmemek elde değil…



Yaş biraz daha ilerleyince sık boğaz etmeden, kızmadan bağırmadan, namazları kılıp kılmadığı takip edilmeli. Kılmamışsa tatlı bir dille kılması söylenmeli. Gönüllü değilse, tavına getirip tekrar hatırlatmalı. Ama taviz vermemeli. Gerekirse biraz yaptırım uygulanmalı, sahip olduğu bazı şeylerden mahrum bırakmalı. Bazen acze düştüğümüz olur. Ne yapsam da tekrar söylesem, kıldırabilsem dediğimiz, sancılandığımız zaman olur. O zaman da duâya sarılmalı herhâlde.



Bu yol ince ve uzun. Kolay değil elbet, sabır istiyor. Ama unutmamalı ki koskoca bir dünya görüşü aşılıyoruz onlara, önlerine ışık tutuyoruz. Hatta dünyaya şekil veriyoruz. Dünyanın gidişatını değiştirmeye talip oluyoruz, bu çabamızla. Zira dünyanın gidişatından biz mesulüz.





Kaynak: ALTINOLUK dergisi, 02/2005
Mesaj30.10.2010, 18:20 (UTC)    
Mesaj konusu:

DİNÎ VE SOSYAL BİR VECİBE: EVLİLİK

İnsanın inancı ya da inançsızlığı yaşadığı hayatı etkiler. Neye nasıl inandığı da, kendi iradesiyle yapıp ettiklerinde ortaya çıkar.

Doğru inanç ve iyi niyet olumlu her tavrın, her davranışın ardında yerini alır ve yapılanı değerli kılar. İnanç ve niyetin mana ve maksadı, yapılan her şeyin mana ve maksadını hazırlar.

Bundan dolayı yüce dinimizin emir ve yasaklarındaki maksat, bir mümin için her işinde gözetmesi gereken temel kaide olur.

Bir erkekle bir kadın arasında Rabbimiz'in koymuş olduğu prensipler doğrultusunda yapılan akid yani evlilik de inanan insanlar için ilâhi maksat kapsamında gerçekleşmesi gereken işlerdendir. Evlilikte, aile kurumunda, erkekle kadın arasındaki ilişkilerde belirleyici olan, Yüce Mevlâmız'ın bildirdiği ölçü ve kurallardır.

Evlenip aile kurmak, Hz. Adem Aleyhisselam ve Hz. Havva Validemiz'den bu yana mevcuttur. Bu durum insan olmanın gereğidir. Aynı zamanda dinî ve sosyal bir vecibedir.

Tarihin kaydettiği bütün toplumlarda hatta putperest ilkel toplumlarda bile evlilik ve aile kurumu vardır. Bu durum, erkek ve kadın olarak iki ayrı cinsin aileler kurarak bir arada yaşamalarının insan tabiatının gereği olduğunu göstermektedir.

Rabbimiz buyuruyor ki: “Sizlere içinizden huzura kavuşacağınız eşler yaratıp, aranızda muhabbet ve rahmet var etmesi O'nun ayetlerindendir. Bunda düşünen akıl sahipleri için nice ibretli dersler vardır.” (Rum, 21)

Erkek ve kadınların evlenip mutlu ve huzurlu bir yuva kurmaları ayetlerle ve hadis-i şeriflerle teşvik edilmiştir. Zira aile hem kişinin huzur bulduğu bir ortam, hem neslin devamı için bir vesile, hem de kişiyi haramlardan alıkoyan bir vasıtadır.

Fahr-i Alem s.a.v. Efendimiz hadis-i şeriflerinde doğrudan doğruya evliliği teşvik etmiştir:

“Nikâh benim yolumdur (sünnetimdir). Kim benim yolumdan ayrılırsa benden değildir.”

“Evlenin, çoğalın. Zira ben kıyamet gününde diğer ümmetlere karşı ümmetimin çokluğuyla övünürüm.”

“Kişi evlenmekle dininin yarısını tamamlamış olur. Diğer yarısı için de Allah'tan korksun.”

Dinimizde ruhbanlıkta olduğu gibi dünyadan tamamen el-etek çekmek yoktur. İnsan yaradılışından kaynaklanan ihtiyaçların meşru dairede karşılanması icab eder. Şeytanın tek başına yaşayanları daha kolay aldattığı da bilinmektedir. Evlenip bir araya gelen eşlerin yardımlaşıp dayanışması şeytanın hilelerine karşı daha uyanık olmayı sağlar.

Evlilik sayesinde dindarlık insan hayatına daha kolay nüfuz eder, yalnızlığın tehlikelerinden korur. Evlenip aile kurmanın kişinin dinini yaşamasında, dinini hayatına hakim kılmasında önemli bir rolü vardır. Bunun için kişinin aile meşguliyeti kendini nafile ibadetlere vermesinden daha faziletlidir. Çünkü evlilikte nefsi haramlardan korumak ve gelecek nesilleri yetiştirmek gibi önemli hususlar vardır.

Rabbimiz, meşru bir evlilikle erkek ve kadının ayrılmamak üzere birleşmelerini ve kaynaşmalarını murad eder ve helallerin en sevimsizi olarak da boşanmayı görür. Rabbimiz'in kullarından istediği her husus yine kullarının hayrınadır. Bu meyanda evlenip aile kurmak bireylerin can, ırz ve namus güvenliğini sağlar. Topluma huzur verir. Gayri meşru ilişkilerin yaşandığı şartlarda ise bu güvenlik yoktur. İnsan tabiatında ve toplum hayatında aslolan arsızlık ve fuhuş değil; iffet ve hayadır. Bunu da ancak evlilik sağlar.

Aile kurmak yeni akrabalıkların meydana gelmesine, böylece sosyal bağların genişleyip gelişmesine de yol açar. Anne ve babaları vasıtasıyla nesep yakınlığına sahip olan insanlar, eşleri vasıtasıyla da sıhrî (evlilik sonucu) akrabalara sahip olurlar. Toplumda birbirini tanıyan, kaynaşan insanların sayısı artar. Bu şekilde toplumsal yardımlaşma ve dayanışmanın zemini de doğal olarak oluşur. İnsanlar birbirinden haberdar olur, birbirlerini korur ve kollarlar. Böylece insan yalnızlıktan ve kimsesizlikten kurtulur, yaşama gücüne sahip olur ve hayatın yükünü rahatlıkla taşır.

Ailenin temelini oluşturan erkek ve kadın her iki cinsin kendine has konumu, görev ve sorumlulukları vardır. Alemlerin Rabbi'ne kul olma cihetinden ve insan olma bakımından herkes aynıdır. Fakat kadının insan ve kul olarak erkekle aynı olan birçok hak ve sorumluluklarının yanında, kendine has bir takım hak ve mesuliyetleri de vardır. İş bölümünde kendisine düşen görev ve sorumluluklara ve sahip olduğu haklara uygun özelliklerde yaradıImıştır. Aynı durum erkek için de geçerlidir. Erkek de yaradılışına uygun sorumluluk ve haklara sahiptir.

Ailenin reisi erkektir. Erkeğin görev ve sorumlulukları onun aile reisi olmasını tabii kılmıştır. Nitekim ayet-i kerimede: “Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Yalnız erkeklerin kadınlardan bir üstünlük derecesi vardır.” (Bakara, 228) buyurularak erkek ve kadının karşılıklı haklarına işaret edilmekte ve erkeğin reislik görevine dikkat çekilmektedir.

Ailenin geçimini sağlamak görevi erkeğe yüklenmiştir. Çocuk dünyaya getirmek ve büyütmekle görevli kadının ailenin rızkını teminle uğraşması çok tabii değildir. Dinimiz bu görevi erkeğe verir ve erkeğin ailenin rızkı için gösterdiği çabaya büyük önem atfeder. Bir hadis-i şerifte: “Bir erkeğin, Allah rızasını gözeterek aile fertlerine yaptığı her harcama onun için sadakadır.” buyurulmuştur.

Farklı yaratılışlara sahip, buna bağlı olarak sorumlulukları da farklı olan karı ve koca birbirlerinin eksik ve kusurlarını görmemek, namus ve iffetlerini korumak hususunda aynı sorumluluğa sahip olurlar. Her ikisi de salih bir insan olmaya gayret etmelidirler. Bu hususta Hz. Ali k.v., “hayırlı erkek eşini üzmeyen, duygu ve hayalleriyle de olsa haramlarda gezmeyenlerdir” buyurmuş ve Hz. Fatma r.a. validemiz de, “hayırlı kadın eşini üzmeyen, duygu ve hayalleriyle de olsa haramlarda gezmeyenlerdir” buyurmuştur.

Koca hanımına, hanım da kocasına ilgi göstererek huzur ve saadeti evlerinde aramalıdırlar. Erkek, imkanlarına göre hanımının ve çocuklarının nafakasını sağlayıp her türlü ihtiyaçlarını karşılamalı, hanım da kocasına karşı bütün meşru meselelerde mutlak itaat halinde olmalıdır.

Yüce Kitabımız'da Rum Suresi'nde evlilikle ilgili üç büyük husus kaydedilir:

Eşlerin birbirlerine karşı yakınlık (ünsiyet) hissetmesi ve bu ünsiyete bağlı olarak bedenî ve ruhî ihtiyaçların giderilmesi;

Eşler arası sevgi ve saygının oluşması;

İki cins arasında vuku bulan şefkat.

Şefkat, aileyi kuşatan pek derin ve ince bir fazilettir. Müminlerin vasıflarındandır ve ailede sevginin filizlenip boy vermesine büyük katkı sağlar.

Neslin muhafazası aile sahibi olmanın önemli gayelerinden biridir. Yarınlar çocuklarımıza emanet edilecektir. Ardımızdan bizi hayır dua ile anacak imanlı evlatlar bırakmak, bizimle ahirete gelecek önemli amellerdendir.

Toplumun, İslâm terbiyesi ile çocuklarını yetiştiren, onlara dinî vazifelerini öğreten, hayatlarının her döneminde bu bilgileri korumaları için çaba gösteren, fedakâr, sorumluluk seviyesi yüksek, sağlam şahsiyetli kimselere ihtiyacı vardır. Bu da ancak evlenip mutlu ve huzurlu bir aile yuvası kurmakla mümkündür.

Rabbimiz bizlere nesillerimizden gözlerimizin bebeği olacak salih insanlar ihsan edip, bizi takva sahiplerine rehber kılsın.

Rabbimizin tevfik ve inayeti ile

Kaynak: Semerkand dergisi, 12/2004
Mesaj30.10.2010, 18:25 (UTC)    
Mesaj konusu:

Değişmeyen rehber Hz. Muhammed’i örnek edinmek

Birçok değerlerin ve kıymet hükümlerinin alt üst olduğu, kalbî ve ruhî hayatın iflas ettiği, Muhammedî bir havanın bizden uzaklaştığı günümüzde, Hz.Peygamber (s.a.v.)'e ittiba etmek çoğu meselelerimizi çözümleyecektir. Zîra sevgili Peygamberimiz Veda Hutbesinde; “Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler, Allah'ın kitabı Kur’an-ı Kerim ve Peygamberinin sünnetidir”(1) buyurmaktadır.

Biz müslümanlar ne bulduysak O'na ittibâ etmekte bulduk, yine ne bulacaksak O'na yaklaşmada, O'nu anlamada ve O'na ittibâ etmekte bulacağız.

Bizler Hz. Peygamber (s.a.v.)'i kaybetmekle her şeyimizi kaybettik, bu uzun yolda kaybettiğimiz herşeye yeniden sahip olmamız, Hz.Muhammed (s.a.v.)'i yeniden bulmaya ve gönüllerimizde O'na karşı coşkun sevginin uyanmasına bağlıdır.



Büyük meselelerin çözüm beklediği çok çetin günlerdeyiz. Hangi asırda yaşarsak yaşayalım, hangi devirde bulunursak bulunalım, önümüzde cereyan eden hadiseler hangi cinsten olursa olsun bizler, Hz. Peygamber (s.a.v.)'i hayatımızda örnek edinirsek kurtuluşa ereceğiz. Aksi takdirde kurtuluşumuz mümkün değildir.





Hz. Peygamber örnektir ve kendisine uyulmalıdır



Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim'de mü'minlere Hz. Peygamber (s.a.v.)'i örnek gösteriyor:



“Allah'ı ve âhiret gününü arzulayan ve Allah'ı çokça zikredenler için, siz mü'minler için Allah'ın Rasulünde pek güzel bir örnek vardır.”(2) buyuruyor.



İşte bu yüzden, ashab-ı kiram onun hayatını titizlikle izlemiş; ilkelerini hem kendileri için örnek almış, hem de sonraki nesillere büyük bir gayret ve özenle nakletmişlerdir. Dolayısıyla, peygamberimizi örnek almak müslüman için, öncelikli bir dinî görev konumundadır.



İslam bilginlerinden İbn Hazm’ın şöyle söylediği kaydedilmektedir: “Ahiret iyiliğini, düzgün yaşayışı ve bütün faziletleri kazanmak isteyen kişi, Hz. Muhammed (s.av.)’i örnek alsın. Çünkü Rasulullah bütün hayırlarda en ileridedir. Allah O’nun ahlâkını övmüş, faziletleri en mükemmel şekliyle O’nda toplamış ve O’nu her türlü kusurlardan arındırmıştır.”(3)



Şunu iyi bilelim ki O, sadece kuru bir örnek değil, her emri yerine getirilmesi lazım gelen ve her hareketi benimsenip, hayata yansıtılması gereken bir rehberdir.



Yüce Allah buyuruyor ki:



“Rasul size neyi verdi ise, onu alın! Neden men etti ise ondan da sakının”(4)



Zaten O'nun sözleri ve hareketleri kendi nefsinin eseri değildir. Yüce Mevlâ'nın vahyi ve ilhamının mahsulüdür.(5)





Peygamberlere itaat gereklidir



Peygamberlerin gönderiliş gayelerinden biri de onların ümmetlerine güzel birer örnek olmalarıdır. Hz. Peygamber (s.a.v)'i örnek edinmek, her şeyden önce Allah'ın emridir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de pek çok ayette Hz.Peygamber’e itaat etmek, Allah'a itaat etmekle denk tutulmuştur. Yüce Allah Nisâ suresinde şöyle buyurur:



“Rasule itaat eden, Allah'a itaat etmiş olur.”(6)



Bu ayette, Allah'ın elçisine itaat edenin Allah'a itaat etmiş olacağı belirtilmektedir. Diğer bir ayette de Allah'ın sevgisine ve mağfiretine nâil olabilmek için, Hz.Peygamber (s.a.v)'e tâbî olmak emredilmektedir:



“De ki: Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın”(7)



Bu ayetten de anlaşıldığı gibi, Allah'ın rızası ve sevgisi Hz. Peygamber (s.a.v)'in sünnetine uymakla elde edilebilir. Bir mü'minin en büyük ideali, kendisini Allah'a sevdirmektir. Yani O'nun rızasını kazanmak, gazabından korunmaktır.





Asıl hedef Allah’ın rızasıdır



Aslında kılınan namazlar, tutulan oruçlar, verilen sadakalar, işlenen her çeşit hayırlar, İslam yolunda tüketilen bütün nefesler tek gayeye bakar; o da Allah'ın sevgisini ve rızasını kazanmaktır. Bunun da tek yolu Rasulullah (s.a.v)'ın sünnetine uymak ve hayatımızı O’nun hayatına benzetmek ve O’nu örnek edinmektir.



Yüce Allah, büyük-küçük her meselede Hz. Peygamber (s.a.v)'e uymayı, O'nun verdiği hükme razı olup teslim olmayı, imanın gereği saymaktadır:



“Rabbin adına yemin olsun ki, onlar, aralarında ihtilaf ettikleri şeylerde seni hakem kılmadıkça, sonra da içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan senin verdiğin hükme tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe asla iman etmiş olmazlar.”(Cool



Yüce Allah bu ayette üç noktaya dikkatimizi çekiyor:



1. Her meselede Rasulullah'ın hakemliliğine başvurmak.



2. O'nun verdiği hükümden dolayı içimizde hiçbir sıkıntı ve rahatsızlık duymamak.



3. Tam bir teslimiyetle O'na boyun eğmek.



Kur’an-ı Kerim, mü'minlerin mutlak teslimiyetten başka bir tercih haklarının da olmadığını kesin bir ifade ile haber veriyor:



“Mü'min bir erkek ve kadın için, Allah ve Rasulü bir işe hüküm verdiği zaman, artık onlar için hiçbir tercih hakkı yoktur”(9)



Hz. Peygamber (s.a.v)'in emrine itaat etmemek, O'na sırt çevirmek, Allah'ın emrine isyandır. Hz. Peygamber (s.a.v)'e karşı ızhar edilen her duygu ve hareket, aslında Allah'a karşı ızhar edilmiş demektir.



Kur’an'da bazı ayetlerde Hz. Peygamber (s.a.v)'e isyan, hüsran ve badbahtlık sebebi olarak gösterilmektedir.



“Peygamberin emrine aykırı hareket edenler, başlarına büyük bir felaket gelmesinden veya kendilerine çok acıklı bir azabın isabet etmesinden sakınsınlar”(10)



Nisâ suresinde ise aynı hususta şöyle buyurulur:



“Kim kendisine doğru yol belli olduktan sonra Peygambere karşı çıkar, mü'minlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yolda yapayalnız bırakırız ve onu cehenneme sokarız! Cehennem ne kötü bir yerdir.”(11)



Hz. Peygamber (s.a.v)'e tâbî olup, O'nu örnek edinmek hususunda bizzat Rasulullah'ın söylediği birkaç cümleyi de hatırlayalım:



“Kim bana itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur. Kim de bana isyan ederse, Allah'a isyan etmiş olur.”(12)



Buhârî'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte ise Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:



“Bütün ümmetim cennete girecektir, ancak yüz çevirenler müstesnâ!



Dediler ki:



- Ey Allah'ın Rasulü! Yüz çeviren kimdir?



- Kim bana itaat ederse cennete girer. Bana isyan edene gelince o, yüz çevirmiştir.”(13)



Bu dünyada Peygambere itaat etmenin, O'nu örnek edinmenin önemini anlamayıp, O'na itaat etmeyen kişi ahirette pişmanlık duyacaktır: Bakın Yüce Allah, ahirette bu pişmanlığı duyanların halini bize nasıl açıklıyor:



“O gün zâlim, ellerini ısırıp diyecek ki: Keşke ben de O Peygamberle aynı yola girseydim!...Vay başıma! Keşke falancayı dost edinmesem, onu örnek almasaydım”(14)





Hz. Peygamber’in sünnetine uymak



Müslümanların, her sahada Hz. Peygamber (s.a.v)'i örnek edinmeleri gerekir. Hz. Peygamber (s.a.v)'i örnek edinmek demek, O'nun sünnetine uymak demektir.



Arapça bir kelime olan sünnet; yol, birinin devamlı gittiği yol, âdet, gidişat, hayat tarzı gibi anlamlara gelir. Terim anlamıyla “sünnet” deyince Peygamberimiz (s.a.v)'in söz, fiil ve takrirleri demektir. Takrir, Arapça’da onay demektir. Peygamberimiz (s.a.v) bilgisi dahilinde yapılan bir davranışa veya söylenen bir söze karşı çıkmamışsa, bu, O'nun o davranış veya sözü onayladığı, en azından mübah saydığı anlamına gelir. Çünkü insanları Allah'ın rızasına ters olan her şeyden uzaklaştırmak için görevli olan bir peygamberin, üstelik kendisinin her davranışının ashabınca takip ve taklit edildiğini bile bile Allah'ın rızasına ve dine muhalif bir davranış karşısında susması düşünülemez.



Kısaca söylemek gerekirse sünnet, Peygamber (s.a.v)'in hayat tarzı demektir. Hayat tarzı, kişinin hayat anlayışının dışa vurmuş şekli demektir. Şu halde Peygamber (s.a.v)'in sünnetinin temelinde O'nun hayat anlayışı vardır. İnsanlar tarih boyunca “Ben kimim, nereden geldim, niçin geldim, nereye gidiyorum?” gibi sorulara cevap aramışlar ve bu sorulara verdikleri cevaplara göre hayata anlam vermişler, hayat gayelerini buna göre tesbit etmişlerdir. İşte Cenab-ı Hakk gönderdiği peygamberler vasıtasıyla bu soruların doğru cevabını insanlara bildirmiş ve ona göre hayat sürmelerini istemiştir. Sünnet bir hayat tarzı ise -ki öyledir- bu hayat tarzını gerçek manasıyla idrak etmek, onun arkasındaki hayat anlayışını bilmeye bağlıdır. Bu hayat anlayışını kavrayabilen kişi şuurlu bir şekilde Hz. Peygamber'in sünnetini yaşayabilir. İşte sünnetin temelindeki bu hayat, bizim itikad, yani iman dediğimiz şeydir. Bu noktada sünnetin inanç ve zihniyet boyutu sözkonusudur. Yani Peygamber (s.a.v)'in hayat gayesi ne ise hayata verdiği anlam nasılsa, O nasıl bir imana sahipse, müslüman da öyle bir imana sahip olmaya gayret etmelidir. O'nun değer yargılarını aynen benimsemelidir. Müslüman her şeyden önce Hz. Peygamber (s.a.v)'in iman dünyasını, gönül dünyasını, fikir dünyasını kavramaya ve O'nu örnek almaya çalışmalıdır. Müslüman, Peygamber (s.a.v)'in tevhid anlayışını, nefis ve arzular dahil her türlü maddî ve manevî puta gönülde yer vermeyişini, Allah'a rağmen hiçbir otorite kabul etmeyişini, kulluk şuurunu, Allah sevgisini ve korkusunu, kader ve tevekkül anlayışını, kainatın her yerinde Allah'ın tecellilerini ibretle seyredişini, sebeb-müsebbib anlayışını, ulûhiyet anlayışını, değer yargılarını iyi tesbit edip, sünneti yaşarken bunları işin temeline koymak ve içine sindirmek zorundadır.



Kur’an'ın beyanına göre yaratılış gayemiz ibadet, yani kulluktur.(15) Peygamberimiz (s.a.v) de hep kulluğunu vurgulayarak ümmetine bu konuda yeterli mesajı vermiştir. Hz. Peygamber (s.a.v) ibadeti, sadece belli zamanlarda yapılan görevler olarak değil, hayatın her lahzasını içine alan bir kulluk ve mes'uliyet anlayışı olarak anlayarak, hayatının tamamını ibadete dönüştürmüştür. Müslüman da, dar çerçevede ibadetlerinde; geniş çerçevede bütün davranışlarında kulluk şuuru içinde olarak ihlas, huşû, huzur, ihsan, hamd, marifetullah gibi kulluğun özünü teşkil eden manevî hasletlerde Peygamber (s.a.v)'e benzemeye çalışmalıdır.



Rasulullah'ın siyaset, ekonomi, hukuk, ahlâk, âdâb, eğitim, aile hayatı gibi konulardaki uygulamaları, O'nun sünnetinin sosyal boyutunu teşkil eder. Bu yönüyle Hz. Peygamber (s.a.v), hem toplumun lideri, hem de toplumun üyesi olarak, mükemmel bir İslam toplumunun nasıl olması gerektiğini pratik olarak bizlere göstermiştir.



Biz müslümanlar, Peygamberimizin kul hakkına karşı hassasiyetini; kuvvetin değil hakkın hakim olduğu hukuk anlayışını; “Komşusu aç iken tok uyuyan bizden değildir.”(16) buyruğundaki sosyal adalet anlayışını; ferdi topluma, toplumu ferde feda etmeyen idare anlayışını; yeryüzünde adaleti hakim kılmayı esas alan i'lây-ı kelimetullah anlayışını; her türlü sömürüyü bertaraf eden ve eşref-i mahlukat olan insanın, insanca yaşamasını hedef alan ekonomi anlayışını; insanın ruh-beden bütünlüğünü bozmadan insan-ı kâmil yetiştirmeyi esas alan eğitim anlayışını, kısaca söylemek gerekirse, O'nun toplum hayatında amaçladığı hedefleri ve esas aldığı ilkeleri sosyal hayatımızın temeli haline getirmeliyiz.
Hz. Peygamber (s.a.v)'in örnek ahlâkını, ferdî ve sosyal hayatımızın temeline koymalıyız. O'nun şefkatini, merhametini, affediciliğini, müsamahasını, kolaylaştırıcılığını, yardımseverliğini, alçak gönüllülüğünü, dürüstlüğünü, sözüne sadakatini, hilmini, cesaretini, iktisadını, dünyanın geçici menfaatlerine değer vermeyişini, zühdünü, şükrünü, sabrını, azmini, sebatını, tevekkülünü, teslimiyetini, cana yakınlığını, tatlı dilliliğini, inceliğini, zarafetini, vakarını, izzetini, teennisini, yiğitliğini, emanete riayetini, elhasıl burada sayamayacağımız bütün güzel hasletlerini içimize sindirip, karakter haline getirmeyi hayat gayesi edinmeliyiz. Çünkü O Yüce Peygamber (s.a.v) “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.”(17) buyurarak ebedî risaletin gayesinin ahlâkî kemâle ulaşmış insan-ı kâmil yetiştirmek olduğunu vurgulamaktadır.

Sonuç

Sonuç olarak diyebiliriz ki; Hz. Peygamber'i örnek edinmek, O'nun ahlâkıyla ahlâklanmak Yüce Rabbimizin bir emridir. Hangi asırda yaşarsak yaşayalım, hangi devirde bulunursak bulunalım, önümüzde cereyan eden hadiseler hangi cinsten olursa olsun, bizlere düşen görev; Hz. Peygamber'in getirdiği prensipleri benimseyip, hayatımızı O'nun hayat felsefesine uygun hale getirip, O'nun gibi düşünen, O'nun gibi yaşayan, O'nun gibi ibadet eden iyi bir kul ve Müslüman olmaya ve bu uğurda elimizden gelen gayreti göstermeye çalışmalıyız.

Kaynak: Ilkadim dergisi, 03-2004


En son anadolulular tarafından 30.10.2010 18:25:36 tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Mesaj30.10.2010, 19:08 (UTC)    
Mesaj konusu:

Başarılar diliyorumm..
______________
-Kul der ki; "İşlerimi halledip, Rabbime yöneleyim."
Rabbi der ki; "Bana yönelin, işlerinizi halledeyim."
Mesaj30.10.2010, 19:10 (UTC)    
Mesaj konusu:

informess yazmış:
Başarılar diliyorumm..


Sag olun.. Wink
Önceki mesajları göster:   


Powered by phpBB © 2001, 2005 phpBB Group
Türkçe Çeviri: phpBB Türkiye & Erdem Çorapçıoğlu